Türk Milletinin Tarihi
1 sayfadaki 1 sayfası
Türk Milletinin Tarihi
OĞUZ KAAN DESTANI
OĞUZ KAĞAN
Madem ki ben kağanınız oldum,
ordumuzun kargıları demirden bir orman,
gökyüzü otağımız ve güneş tuğumuz olacaktır...
Oğuz Kağan Destanı, Hun Türklerinin destanıdır. Fakat bu destanın bugün
elimizde bulunan parçası, İslâmiyet'ten sonra, 13. yüzyılda, Uygur
Türkçe'siyle yazıya geçirilmiştir. Aslında destan çok uzundu. Bugün
"Dede Korkut Hikâyeleri" diye bildiğimiz yazılar, o destanın İslâmi
geleneğe adapte edilmiş bölümlerinden başka bir şey değildir. Aşağıda
bugünkü Türkçe ile sunacağımız ve apayrı bir bölüm olarak yazıya geçmiş
parça, İslâmiyet'ten sonra yazılmış olmasına rağmen, orijinalliğini
oldukça korumuştur. Oğuz Destanı'nın bu ayrı bölümünün bugün tek bir
yazma nüshası vardır, o da Paris'teki "Bibliothegue Naionale"dedir. Bu
kütüphanenin "Türkçe Eserler" seksiyonunda 1001 numara ile kayıtlı
bulunuyor.
Bu yazma günümüz Türkçesine Reşid Rahmeti Arat tarafından çevrildi ve
1936'da yayınlandı. Daha sonra 1970 yılında Millî Eğitim Bakanlığı'nın
"1000 Temel Eser" dizisinde, Muharrem Ergin'in açıklayıcı önsözü ile,
Uygurca metin de eklenerek tekrar yayınlandı.
Destanın kahramanı Oğuz Kağan'ın, Asya Hunlarının en büyük, en ünlü
kağanı olan Mete (Motun) olduğunda birçok tarihçi birleşiyor. Belki bu
destan Mete'den evvel de vardı. Mete'nin ünü, kahramanlıkları ve
hayatının Oğuz Kağan'ın hayatına benzemesi, Oğuz Kağan'ın aslında Mete
olacağını düşündürmüştür.
Türkler, İslâmiyet'ten önce de, sonra da Oğuz Kağan'ı ata saymışlardır.
Tarih, Hunlar'dan Osmanlılara kadar bütün Türklerin, Horasan,
Azerbaycan, Irak, Anadolu, Balkanlar, Kırım, Ukrayna, Kuzey Afrika'da
devlet kurmuş Türk topluluklarının hep aynı Hun-Oğuz birliğinin
torunları olduğunu gösteriyor.
Oğuz Kağan'ın annesi Ay Kağan idi. Destan, Ay Kağan'ın Oğuz'u doğurduğu
günden başlıyor ve Oğuz Kağan'ın yaşlanıp büyük Türk ilini oğullarına
paylaştırması ile sona eriyor. Fakat tekrar edelim: Bu destanın sadece
bir bölümüdür. Başından, ortasından ve sonundan eksiklikler çoktur.
Umarız bir gün tam metin bulunur.
...Günlerden bir gün, Ay Kağan'ın gözü parladı, doğum sancıları başladı
ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök gibi parlaktı. Ağzı
ateş kızılı, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha
güzeldi.
Bu çocuk anasının göğsünden bir defa süt içti, bir daha içmedi. Çiğ et,
aş ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra büyüdü, yürüdü,
oynadı. Ayağı öküz ayağı gibi (kuvvetli), beli kurt beli gibi (ince),
omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı vücudu gibi (kuvvetli) ve bütün
vücudu tüylü idi. Yılkı güder, ata biner, av avlardı. Günlerden,
gecelerden sonra yiğit (delikanlı) oldu.
O çağda, o yerde bir ulu orman vardı. Bu ormanda dereler, gözeler çoktu.
Buraya gelen avlar, uçan kuşlar da çoktu. Ormanın içinde bir de büyük
bir canavar vardı: Yılkıları, insanları yiyen, çok büyük yaman bir
canavar! (metinde gergedan olarak geçiyor). Bu canavar, halkı ağır bir
eziyetle ezmiş, sindirmişti.
Oğuz Kağan çok cesur yiğitti. Bu canavarı avlamak istedi ve günlerden
bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç, kalkanla atlandı (ve canavarı
bulmak için ormana gitti).
(Önce) bir geyik yakaladı. Onu söğüt çubukları ile bir ağaca bağlayarak
bırakıp gitti. Sabahleyin tan ağarırken yine geldi. Gördü ki canavar
geyiği kapmış.
(Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca
bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki
canavar ayıyı da almış, götürmüş.
(Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile
Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu
öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti.
Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan)
canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru
öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı
yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi,
yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı.
Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi.
Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha
parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın
ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak
bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel
bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu.
Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı.
Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk
doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını
koydular.
Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç
gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü
(güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi
dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu
görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı.
Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi,
aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı.
Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek
çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını
koydular.
Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi.
Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk
sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar
yediler ve içtiler.
Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki:
Ben sizlere oldum kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan,
Bozkurt olsun bize uran,
Demir kargı olsun orman,
Av yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz, daha müren,
Güneş tuğ olsun, gök kurıkan.
Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler
bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı:
"Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir.
Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan
çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim
baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar
ve astırırım, yok ederim!"
Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın
Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar,
pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun
emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı.
Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok,
balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın
yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi.
Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü.
Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu.
Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık
girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O
kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek
istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!"
Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin
önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun
ardı sıra ordu ilerlemektedir.
Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu.
Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu
itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma)
oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular.
Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu.
Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi
kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı.
Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü.
Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu
dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı.
Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru),
vuruşgulardan sonra bize gel."
Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş
yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu
şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve
vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur
mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz
(devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz)
senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana
başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan
çıkmam" dedi.
Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın
yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona
Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi.
Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük
ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi.
Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi.
Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp
geçti.
Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi.
Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki:
"Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim."
Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi.
Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda
bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın
üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı
"Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz
Kağan çok üzüldü.
Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan
korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü.
Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk
olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan
sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın
ebediyen Karluk olsun."
Böyle dedi ve ileri gitti.
Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından,
pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı
(anahtarı) yoktu.
Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona
yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan
sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu
ve ilerledi.
Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz
Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi.
Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve
buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu.
Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş
(vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan
üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını
kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine
(maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek
için at, katır ve öküz az geldi.
Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı
Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı
üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu.
Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu
gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte
iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını
koydular.
Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga
ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı
belirtsin" dedi, gitti.
Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind),
Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok
tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi
yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı.
Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir
yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok
avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının
yüzleri kapkaradır.
İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne
atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan
kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz
Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz
Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun,
evinin yoluna düştü, döndü.
Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak
sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı.
Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı)
idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi.
İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş
ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç
gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz
Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey
kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek
olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!"
Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu.
Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki:
"Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur,
Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!"
Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı)
tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan
sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz
Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki:
"Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!"
Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç
gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan
sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki:
"Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!"
Uygur Türkçesi
13. yüzyılda Uygur yazısı ve Uygur Türkçesi'yle yazıya geçirilmiş olan
Oğuz Kağan destanını daha önce de belirttiğimiz gibi, Reşid Rahmeti
Arat, bugünkü Türkçeye aynı anlatışla, kelime eksiltmeden ve katmadan
çevirmişti. Daha sonra bu destan, Muharrem Ergin ve Nihat Sami
Banarlı'nın çok güzel önsöz ve açıklamalarıyla da yayınlanmıştır.
Bu destanın hem üslûbu, hem de 13. yüzyıl Uygurcası hakkında bir fikir
vermek için, son bölümünü aşağıya aynen alıyoruz. Öyle sanıyoruz ki,
orijinal ifadesini ilk defa görenler de 13. yüzyıl Türkçesini fazla
zorlanmadan anlayabileceklerdir:
...Ong yakıda kırık kulaç ıgaçnı tiktürdi. Anung basıda bir altun taguk
koydı; adagıda bir koyun bağladı. Çong yakıda kırık kulaç ıgaçnı
tiktürdi. Anung basıda bir kümüş taguk koydı; adagıda bir kara koyunnı
bağladı. Ong yakda buzuklar oltırdı. Çong yakda üç oklar olturdı. Kırık
kün, kırık keçe aşadılar, içdiler; sevinç tapdılar.
Andın song Oğuz Kağan ogullarıga yurtın eliştürüp birdi. Takı tedi kim:
Ay oğullar, kop men aşdum,
Uruşgular kop men kördüm;
Çıda birle ok kop atdum,
Aygır birle kop yürüdüm;
Düşmanlarnı ıglagurdum,
Dostlarumnı men küldürdüm,
Kök Tengrige men ötedim;
Senlerge bire men yurdum.
OĞUZ KAĞAN
Madem ki ben kağanınız oldum,
ordumuzun kargıları demirden bir orman,
gökyüzü otağımız ve güneş tuğumuz olacaktır...
Oğuz Kağan Destanı, Hun Türklerinin destanıdır. Fakat bu destanın bugün
elimizde bulunan parçası, İslâmiyet'ten sonra, 13. yüzyılda, Uygur
Türkçe'siyle yazıya geçirilmiştir. Aslında destan çok uzundu. Bugün
"Dede Korkut Hikâyeleri" diye bildiğimiz yazılar, o destanın İslâmi
geleneğe adapte edilmiş bölümlerinden başka bir şey değildir. Aşağıda
bugünkü Türkçe ile sunacağımız ve apayrı bir bölüm olarak yazıya geçmiş
parça, İslâmiyet'ten sonra yazılmış olmasına rağmen, orijinalliğini
oldukça korumuştur. Oğuz Destanı'nın bu ayrı bölümünün bugün tek bir
yazma nüshası vardır, o da Paris'teki "Bibliothegue Naionale"dedir. Bu
kütüphanenin "Türkçe Eserler" seksiyonunda 1001 numara ile kayıtlı
bulunuyor.
Bu yazma günümüz Türkçesine Reşid Rahmeti Arat tarafından çevrildi ve
1936'da yayınlandı. Daha sonra 1970 yılında Millî Eğitim Bakanlığı'nın
"1000 Temel Eser" dizisinde, Muharrem Ergin'in açıklayıcı önsözü ile,
Uygurca metin de eklenerek tekrar yayınlandı.
Destanın kahramanı Oğuz Kağan'ın, Asya Hunlarının en büyük, en ünlü
kağanı olan Mete (Motun) olduğunda birçok tarihçi birleşiyor. Belki bu
destan Mete'den evvel de vardı. Mete'nin ünü, kahramanlıkları ve
hayatının Oğuz Kağan'ın hayatına benzemesi, Oğuz Kağan'ın aslında Mete
olacağını düşündürmüştür.
Türkler, İslâmiyet'ten önce de, sonra da Oğuz Kağan'ı ata saymışlardır.
Tarih, Hunlar'dan Osmanlılara kadar bütün Türklerin, Horasan,
Azerbaycan, Irak, Anadolu, Balkanlar, Kırım, Ukrayna, Kuzey Afrika'da
devlet kurmuş Türk topluluklarının hep aynı Hun-Oğuz birliğinin
torunları olduğunu gösteriyor.
Oğuz Kağan'ın annesi Ay Kağan idi. Destan, Ay Kağan'ın Oğuz'u doğurduğu
günden başlıyor ve Oğuz Kağan'ın yaşlanıp büyük Türk ilini oğullarına
paylaştırması ile sona eriyor. Fakat tekrar edelim: Bu destanın sadece
bir bölümüdür. Başından, ortasından ve sonundan eksiklikler çoktur.
Umarız bir gün tam metin bulunur.
...Günlerden bir gün, Ay Kağan'ın gözü parladı, doğum sancıları başladı
ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök gibi parlaktı. Ağzı
ateş kızılı, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha
güzeldi.
Bu çocuk anasının göğsünden bir defa süt içti, bir daha içmedi. Çiğ et,
aş ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı. Kırk gün sonra büyüdü, yürüdü,
oynadı. Ayağı öküz ayağı gibi (kuvvetli), beli kurt beli gibi (ince),
omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı vücudu gibi (kuvvetli) ve bütün
vücudu tüylü idi. Yılkı güder, ata biner, av avlardı. Günlerden,
gecelerden sonra yiğit (delikanlı) oldu.
O çağda, o yerde bir ulu orman vardı. Bu ormanda dereler, gözeler çoktu.
Buraya gelen avlar, uçan kuşlar da çoktu. Ormanın içinde bir de büyük
bir canavar vardı: Yılkıları, insanları yiyen, çok büyük yaman bir
canavar! (metinde gergedan olarak geçiyor). Bu canavar, halkı ağır bir
eziyetle ezmiş, sindirmişti.
Oğuz Kağan çok cesur yiğitti. Bu canavarı avlamak istedi ve günlerden
bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç, kalkanla atlandı (ve canavarı
bulmak için ormana gitti).
(Önce) bir geyik yakaladı. Onu söğüt çubukları ile bir ağaca bağlayarak
bırakıp gitti. Sabahleyin tan ağarırken yine geldi. Gördü ki canavar
geyiği kapmış.
(Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca
bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki
canavar ayıyı da almış, götürmüş.
(Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile
Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu
öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti.
Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan)
canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru
öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı
yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi,
yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı.
Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi.
Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha
parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın
ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak
bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel
bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu.
Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı.
Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk
doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını
koydular.
Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç
gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü
(güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi
dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu
görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı.
Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi,
aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı.
Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek
çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını
koydular.
Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi.
Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk
sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar
yediler ve içtiler.
Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki:
Ben sizlere oldum kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan,
Bozkurt olsun bize uran,
Demir kargı olsun orman,
Av yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz, daha müren,
Güneş tuğ olsun, gök kurıkan.
Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler
bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı:
"Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir.
Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan
çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim
baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar
ve astırırım, yok ederim!"
Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın
Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar,
pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun
emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı.
Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok,
balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın
yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi.
Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü.
Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu.
Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık
girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O
kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek
istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!"
Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin
önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun
ardı sıra ordu ilerlemektedir.
Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu.
Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu
itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma)
oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular.
Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu.
Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi
kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı.
Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü.
Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu
dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı.
Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru),
vuruşgulardan sonra bize gel."
Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş
yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu
şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve
vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur
mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz
(devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz)
senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana
başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan
çıkmam" dedi.
Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın
yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona
Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi.
Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük
ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi.
Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi.
Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp
geçti.
Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi.
Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki:
"Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim."
Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi.
Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda
bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın
üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı
"Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz
Kağan çok üzüldü.
Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan
korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü.
Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk
olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan
sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın
ebediyen Karluk olsun."
Böyle dedi ve ileri gitti.
Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından,
pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı
(anahtarı) yoktu.
Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona
yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan
sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu
ve ilerledi.
Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz
Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi.
Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve
buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu.
Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş
(vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan
üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını
kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine
(maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek
için at, katır ve öküz az geldi.
Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı
Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı
üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu.
Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu
gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte
iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını
koydular.
Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga
ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı
belirtsin" dedi, gitti.
Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind),
Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok
tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi
yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı.
Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir
yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok
avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının
yüzleri kapkaradır.
İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne
atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan
kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz
Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz
Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun,
evinin yoluna düştü, döndü.
Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak
sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı.
Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı)
idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi.
İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş
ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç
gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz
Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey
kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek
olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!"
Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu.
Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki:
"Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur,
Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!"
Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı)
tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan
sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz
Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki:
"Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!"
Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç
gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan
sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki:
"Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!"
Uygur Türkçesi
13. yüzyılda Uygur yazısı ve Uygur Türkçesi'yle yazıya geçirilmiş olan
Oğuz Kağan destanını daha önce de belirttiğimiz gibi, Reşid Rahmeti
Arat, bugünkü Türkçeye aynı anlatışla, kelime eksiltmeden ve katmadan
çevirmişti. Daha sonra bu destan, Muharrem Ergin ve Nihat Sami
Banarlı'nın çok güzel önsöz ve açıklamalarıyla da yayınlanmıştır.
Bu destanın hem üslûbu, hem de 13. yüzyıl Uygurcası hakkında bir fikir
vermek için, son bölümünü aşağıya aynen alıyoruz. Öyle sanıyoruz ki,
orijinal ifadesini ilk defa görenler de 13. yüzyıl Türkçesini fazla
zorlanmadan anlayabileceklerdir:
...Ong yakıda kırık kulaç ıgaçnı tiktürdi. Anung basıda bir altun taguk
koydı; adagıda bir koyun bağladı. Çong yakıda kırık kulaç ıgaçnı
tiktürdi. Anung basıda bir kümüş taguk koydı; adagıda bir kara koyunnı
bağladı. Ong yakda buzuklar oltırdı. Çong yakda üç oklar olturdı. Kırık
kün, kırık keçe aşadılar, içdiler; sevinç tapdılar.
Andın song Oğuz Kağan ogullarıga yurtın eliştürüp birdi. Takı tedi kim:
Ay oğullar, kop men aşdum,
Uruşgular kop men kördüm;
Çıda birle ok kop atdum,
Aygır birle kop yürüdüm;
Düşmanlarnı ıglagurdum,
Dostlarumnı men küldürdüm,
Kök Tengrige men ötedim;
Senlerge bire men yurdum.
█►SALVADOR◄█- : 2228
: 5
Mesaj Sayısı : 1603
Hesabı
Altın:: Full
Para:: Full
Geri: Türk Milletinin Tarihi
EVLİYA ÇELEBİ
On ciltlik muhteşem eseri "Seyahatnamesi" ile dünya çapında tanınan
âlimimiz ve seyyahımız Evliya Çelebi'nin hayatının dönüm noktası bir
rüya ile başlar. Seyahatnamenin birinci cildinde gördüğü bu rüyayı şöyle
anlatmaktadır:
"İstanbul'da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birden bire kendimi
Yemiş iskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camiinde gördüm. Camiinin içi
nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu camiinin içine girerek
minberin dibine diz çöküp oturdum. Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla
temaşaya daldım. Fakat bunlann kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet
yanımda bulunan bir zata sordum: '-Benim sultanım, ism-i şerifinizi
ihsan buyurur musunuz?' dedim. O zat, Kemankeşlerin Piri "Sa'd ibni Ebi
Vakkas" olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine:
"-Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?' diye sual ettiğimde: 'Sahabe-i
Kiram ve Ensar Hazretleridir dedi. O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile
Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra),
Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum.
Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü
vesselam oturmakta idi. Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa'd İbni
Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna
götürdü ve dedi ki:
" 'Âşık'ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefatin rica eder.'
"Ben de derhal Hazret-i Peygamberin dest-i mübareklerini bûs ettim. Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim. Kendilerine:
" 'Şefaat ya Resulallah!' diyeceğim yerde:
"Seyahat ve Resulullah! diyi verdim. Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm
ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için 'Fatiha' dediler. Bundan
sonra sıra ile Eshab-ı Kiram'in ellerini birer birer öptüm. Cümlesi:
"Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol! "diye dua ettiler. Ben de Ahi Çelebi Camiinden dışarı çıktım.
"Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere
Kasımpaşa'da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim. Bu zat bana:
"Sen büyük bir seyyah olacaksın!'
"buyurdu. Ben de bundan sonra seyahata çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım."
Sahabelerin yaptığı dualar Dergâh-ı İlâhî'de kabul olunmuş ve Evliya
Çelebi benzeri olmayan ve sahasında da tek olan dünya seyyahı
oluvermiştir.
Asya, Avrupa ve Afrika'ya yayılan imparatorluğun topraklarını adım adım
dolaşarak gördüklerini tesbit eden Evliya Çelebi'nin telif ettiği on bin
sahifelik "Seyahatname"si emsalsiz bir tarih ve coğrafya eseri olarak
dünya ilim âleminin dikkatini çekmiştir.
Meşhur seyyahımız 1630'da gördüğü yukarıda bahsi geçen rüyadan sonra,
ilk seyahatim 1640'ta ailesinden gizli olarak Bursa'ya yapmıştır.
Çıktığı bu ilk seyahati bir ay devam etmiştir. Evliya Çelebi
Seyahatnamenin ikinci cildinde seyahat dönüşü babasının tavrım ve
kendisine yaptığı nasihatlan şöyle anlatmaktadır:
"Hakir o gün hane-i gamkînimize (gam içinde olan evimize) varıp peder ü
mâderin (baba ve ananın) dest-i şeriflerini (ellerini) öpüp huzur-i
şeriflerinde (önlerinde) karar ettiğimde (durduğumda) peder-i azizim
eyitti:
"Safa geldin Bursa seyyahı! Sefa geldin! 'Halbuki ne canibe gittiğimden
kimsenin haberi yok idi. Hakir dedim: 'Sultanım, hakirin Bursa'da
idiğimi nerden bildiniz?'
"Buyurdular ki: -Sen bin elli senesi muharreminin aşuresinde (1640
senesi Mayıs başları) kaybolduğun gece ben nice me'sure (makbul dualar)
tilâvet ettim. Bin kerre "kevser" suresini okudum. Ol gece Âlem-i
menamda (uykuda) seni gördüm ki Bursa'da Emir Sultan zaviyesinde
ruhaniyetten istimdat ile seyahat rica edip bükâ ederdin (ağlardın) o
gece bana nice ehl-i hal canlar rica edip senin seyahata gitmekliğin
için izin talep eylediler. Ben de ol gece cümlesinin rızasıyla sana
destur (izin) verdim. Fatiha tilavet eyledik.
"Gel imdi, oğul! Şimdengeri (bundan sonra) sana seyahat göründü. Allah
mübarek eyliye. Amma sana nasihatim var" diye elimden yapışıp, huzurunda
ayak üzerine durdurup sağ eliyle sol kulağımı burarak şu nasihata ağâz
eyledi (başladı):
"Oğul! âdem yoksul olur, besmelesiz taam (yemek) yeme. Sırrın var ise
sakın avratına deme. Cünüp iken yemek yeme. Esvabının (elbisenin)
söküğünü üstünde dikme. İyi adını keme takma. Keme (kötüye) yoldaş olma,
zararını çekersin. Sen yürü ileri, gözüm, kalma geri. Alay bozma..."
Seyahat için babasından da ruhsat alan Evliya Çelebi o tarihten itibaren vefatına kadar durmadan gezip dolaşmıştır.
Tatlı dilli, hoş sohbet seyyahımız Evliya Çelebi, 1611 yılında,
İstanbul'un Unkapanı semtinde dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Hafız Mehmed
Zıllî Evliya idi Aslen Kütahyalı olan babası, Sultan IV.Murad'ın
Kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi de âlim bir zattı. Evliyanın
kuvvetli bir tahsil görmesi için çalışmıştır. Evliya da babasını mahcup
etmemiş, zekası, çalışkanlığı ve kabiliyetiyle hocalarının takdirini
kazanmıştır. Hamid efendi medresesindeki tahsilini ikmal ettikten sonra,
tanınmış âlim Ahfeş Efendi'den yedi sene ders almış, Evliya Mehmed
Efendi'nin de ilminden istifade etmiştir. Bilahare Topkapı Sarayındaki
Enderun-u Hümayun'a girmiş, burayı bitirdikten sonra da sipahi sınıfına
dahil olmuştur.
Sultan IV.Murad, ilmini ve ahlakını yakinen bildiği Evliya Çelebiyi
saraya muhasib olarak almıştır. Evliya Çelebi Sultan İbrahim ve Sultan
IV. Mehmed devirlerinde de mühim resmi vazifeler almış ve bu vazifeler
dolayısiyle çeşitli beldeleri gezmiştir.
Defterdarzade Ahmet Paşa ile Anadolu'yu, Şam Beylerbeyi Murtaza Paşa ile
Suriye ve Filistin'i gezdikten sonra Melek Ahmed Paşa'nın
sadrazamlığında sadarette memuriyet almış, Paşa'nın Rumeli
Beylerbeyliğine gönderilmesi üzerine onu takib etmiştir.
Fazıl Ahmed Paşa'nın ordusuyla birlikte Avusturya'ya gitmiş, yolda gördüğü yerler hakkında çeşitli malzeme toplamıştır.
Elçi Mehmed Paşa ile birlikte Viyana'ya gitmiş, bu vesile ile Avusturya
şehirlerini dikkatle tedkik etmiştir. Seyahatini İspanya, Hollanda ve
Danimarkaya kadar uzatmış, daha sonra Eflak-Boğdan, Kırım, Kafkasya ve
Hazer Denizi çevresini, Volga boylarını incelemiştir.
Hac vazifesini yerine getirmek için Hicaza, oradan Mısır, Sudan ve Habeşistan'a gitmiştir.
Yetmiş senelik ömrünü devamlı seyahat etmekle geçiren Evliya Çelebi,
Osmanlı devletinin hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezmiştir.
Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır ve Hicaz'ın yanı sıra Macaristan,
Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya,
Kırım, Kafkasya ve İran'ın birçok bölgelerini dolaşmıştır.
Gördüklerini basit bir şekilde ele almamış, köklü incelemelerde
bulunmuştur. Bölgelerin ahlak, görgü ve an'anelerini, meşhur
şahıslarını, binalarını ve tarihlerini inceledikten sonra kaleme
almıştır.
Seyahatlerinden bir kısmını savaşlara katılmak suretiyle yapan Evliya
Çelebi, bizzat savaşlara da katılmış ve silah kullanmada, ata binmedeki
maharetini harp meydanında göstermiştir.
Güzel sesi ve hoş sohbeti ile her zaman padişahların, vezirlerin ve
komutanların yanıbaşında bulunmuştur. Onun hoş sohbeti yazı üslubuna da
aksetmiş ve ölmez eseri "Seyahatname" zevkle okunan bir klasik
hüviyetini asırlardan beri muhafaza etmiştir.
Ömrünü ilme adayan bu değerli âlim ve seyyahımız hiç evlenmemiştir. 1681'de vefat eden Evliya Çelebi'nin mezarı kayıptır.
Seyahatname'si muhtelif dillere tercüme edilmiş olan dünya çapında
şöhret sahibi Evliya Çelebi'nin mezarının kayıp oluşunu kabullenmek
istemiyorduk bir türlü. Araştırmaya başladık. Tarihî kaynaklar, Evliya
Çelebi'nin Mısır Seyahati dönüşünde İstanbul'da vefat ettiğini ve
Lohusakadın türbesinin yanına defnedildiğini söylemekteydi. Şişhanede
bulunan Lohusakadın türbesinin yanında Meyyiz Zade Kabri ve onun
bitişiğinde Evliya Çelebi ailesine ait mezarlık bulunmaktaymış. O
civarda yaptığımız araştırmada, Lohusakadın türbesinden başka hiç bir
mezar göremedik. Nasıl olurdu, koskoca mezarlık nereye giderdi? Kafamıza
düğümlenen suallerin cevablarını değerli tarihçi İbrahim Hakkı
Konyalı'da bulduk. Şöyle diyordu Konyalı:
"Evliya Çelebi ve babası, IV.Murad'ın kuyumcubaşısı Mehmed Zıllî Efendi
Lohusakadın türbesinin yanında medfundur. Fakat yol yapılırken ordaki
bütün mezarlar yerinden söküldü ve mezar taşları bir çukura dolduruldu.
Ben yol yapılırken gitmiş ve mezar taşlarını görmüştüm."
Bu ifadeden sonra tekrar Şişhane'ye gittik ve bu defa mezar taşlarını
aramaya başladık. Ne yazık ki bütün aramalarımıza rağmen bir tek mezar
taşına bile rastlayamadık. Evet, Koca Evliya Çelebi'nin, Mehmed Zilli
Efendi'nin ve daha nice büyüklerin mezarları yok olmuştu, yok dilmişti.
Evliya Çelebi'yi araştıran Batılı bir araştırmacı İstanbul'a gelip
Evliya Çelebi'nin mezarını sorsa, "yoktur" veya "kayıp" cevabı
verilecekti. O da "Ayıp" diyemeyecek kadar nezaket sahibi ise, "yazık"
diyecekti. Nitekim öyle de demektedirler.
On ciltlik muhteşem eseri "Seyahatnamesi" ile dünya çapında tanınan
âlimimiz ve seyyahımız Evliya Çelebi'nin hayatının dönüm noktası bir
rüya ile başlar. Seyahatnamenin birinci cildinde gördüğü bu rüyayı şöyle
anlatmaktadır:
"İstanbul'da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birden bire kendimi
Yemiş iskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camiinde gördüm. Camiinin içi
nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu camiinin içine girerek
minberin dibine diz çöküp oturdum. Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla
temaşaya daldım. Fakat bunlann kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet
yanımda bulunan bir zata sordum: '-Benim sultanım, ism-i şerifinizi
ihsan buyurur musunuz?' dedim. O zat, Kemankeşlerin Piri "Sa'd ibni Ebi
Vakkas" olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine:
"-Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?' diye sual ettiğimde: 'Sahabe-i
Kiram ve Ensar Hazretleridir dedi. O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile
Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra),
Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum.
Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü
vesselam oturmakta idi. Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa'd İbni
Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna
götürdü ve dedi ki:
" 'Âşık'ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefatin rica eder.'
"Ben de derhal Hazret-i Peygamberin dest-i mübareklerini bûs ettim. Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim. Kendilerine:
" 'Şefaat ya Resulallah!' diyeceğim yerde:
"Seyahat ve Resulullah! diyi verdim. Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm
ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için 'Fatiha' dediler. Bundan
sonra sıra ile Eshab-ı Kiram'in ellerini birer birer öptüm. Cümlesi:
"Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol! "diye dua ettiler. Ben de Ahi Çelebi Camiinden dışarı çıktım.
"Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere
Kasımpaşa'da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim. Bu zat bana:
"Sen büyük bir seyyah olacaksın!'
"buyurdu. Ben de bundan sonra seyahata çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım."
Sahabelerin yaptığı dualar Dergâh-ı İlâhî'de kabul olunmuş ve Evliya
Çelebi benzeri olmayan ve sahasında da tek olan dünya seyyahı
oluvermiştir.
Asya, Avrupa ve Afrika'ya yayılan imparatorluğun topraklarını adım adım
dolaşarak gördüklerini tesbit eden Evliya Çelebi'nin telif ettiği on bin
sahifelik "Seyahatname"si emsalsiz bir tarih ve coğrafya eseri olarak
dünya ilim âleminin dikkatini çekmiştir.
Meşhur seyyahımız 1630'da gördüğü yukarıda bahsi geçen rüyadan sonra,
ilk seyahatim 1640'ta ailesinden gizli olarak Bursa'ya yapmıştır.
Çıktığı bu ilk seyahati bir ay devam etmiştir. Evliya Çelebi
Seyahatnamenin ikinci cildinde seyahat dönüşü babasının tavrım ve
kendisine yaptığı nasihatlan şöyle anlatmaktadır:
"Hakir o gün hane-i gamkînimize (gam içinde olan evimize) varıp peder ü
mâderin (baba ve ananın) dest-i şeriflerini (ellerini) öpüp huzur-i
şeriflerinde (önlerinde) karar ettiğimde (durduğumda) peder-i azizim
eyitti:
"Safa geldin Bursa seyyahı! Sefa geldin! 'Halbuki ne canibe gittiğimden
kimsenin haberi yok idi. Hakir dedim: 'Sultanım, hakirin Bursa'da
idiğimi nerden bildiniz?'
"Buyurdular ki: -Sen bin elli senesi muharreminin aşuresinde (1640
senesi Mayıs başları) kaybolduğun gece ben nice me'sure (makbul dualar)
tilâvet ettim. Bin kerre "kevser" suresini okudum. Ol gece Âlem-i
menamda (uykuda) seni gördüm ki Bursa'da Emir Sultan zaviyesinde
ruhaniyetten istimdat ile seyahat rica edip bükâ ederdin (ağlardın) o
gece bana nice ehl-i hal canlar rica edip senin seyahata gitmekliğin
için izin talep eylediler. Ben de ol gece cümlesinin rızasıyla sana
destur (izin) verdim. Fatiha tilavet eyledik.
"Gel imdi, oğul! Şimdengeri (bundan sonra) sana seyahat göründü. Allah
mübarek eyliye. Amma sana nasihatim var" diye elimden yapışıp, huzurunda
ayak üzerine durdurup sağ eliyle sol kulağımı burarak şu nasihata ağâz
eyledi (başladı):
"Oğul! âdem yoksul olur, besmelesiz taam (yemek) yeme. Sırrın var ise
sakın avratına deme. Cünüp iken yemek yeme. Esvabının (elbisenin)
söküğünü üstünde dikme. İyi adını keme takma. Keme (kötüye) yoldaş olma,
zararını çekersin. Sen yürü ileri, gözüm, kalma geri. Alay bozma..."
Seyahat için babasından da ruhsat alan Evliya Çelebi o tarihten itibaren vefatına kadar durmadan gezip dolaşmıştır.
Tatlı dilli, hoş sohbet seyyahımız Evliya Çelebi, 1611 yılında,
İstanbul'un Unkapanı semtinde dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Hafız Mehmed
Zıllî Evliya idi Aslen Kütahyalı olan babası, Sultan IV.Murad'ın
Kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi de âlim bir zattı. Evliyanın
kuvvetli bir tahsil görmesi için çalışmıştır. Evliya da babasını mahcup
etmemiş, zekası, çalışkanlığı ve kabiliyetiyle hocalarının takdirini
kazanmıştır. Hamid efendi medresesindeki tahsilini ikmal ettikten sonra,
tanınmış âlim Ahfeş Efendi'den yedi sene ders almış, Evliya Mehmed
Efendi'nin de ilminden istifade etmiştir. Bilahare Topkapı Sarayındaki
Enderun-u Hümayun'a girmiş, burayı bitirdikten sonra da sipahi sınıfına
dahil olmuştur.
Sultan IV.Murad, ilmini ve ahlakını yakinen bildiği Evliya Çelebiyi
saraya muhasib olarak almıştır. Evliya Çelebi Sultan İbrahim ve Sultan
IV. Mehmed devirlerinde de mühim resmi vazifeler almış ve bu vazifeler
dolayısiyle çeşitli beldeleri gezmiştir.
Defterdarzade Ahmet Paşa ile Anadolu'yu, Şam Beylerbeyi Murtaza Paşa ile
Suriye ve Filistin'i gezdikten sonra Melek Ahmed Paşa'nın
sadrazamlığında sadarette memuriyet almış, Paşa'nın Rumeli
Beylerbeyliğine gönderilmesi üzerine onu takib etmiştir.
Fazıl Ahmed Paşa'nın ordusuyla birlikte Avusturya'ya gitmiş, yolda gördüğü yerler hakkında çeşitli malzeme toplamıştır.
Elçi Mehmed Paşa ile birlikte Viyana'ya gitmiş, bu vesile ile Avusturya
şehirlerini dikkatle tedkik etmiştir. Seyahatini İspanya, Hollanda ve
Danimarkaya kadar uzatmış, daha sonra Eflak-Boğdan, Kırım, Kafkasya ve
Hazer Denizi çevresini, Volga boylarını incelemiştir.
Hac vazifesini yerine getirmek için Hicaza, oradan Mısır, Sudan ve Habeşistan'a gitmiştir.
Yetmiş senelik ömrünü devamlı seyahat etmekle geçiren Evliya Çelebi,
Osmanlı devletinin hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezmiştir.
Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır ve Hicaz'ın yanı sıra Macaristan,
Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya,
Kırım, Kafkasya ve İran'ın birçok bölgelerini dolaşmıştır.
Gördüklerini basit bir şekilde ele almamış, köklü incelemelerde
bulunmuştur. Bölgelerin ahlak, görgü ve an'anelerini, meşhur
şahıslarını, binalarını ve tarihlerini inceledikten sonra kaleme
almıştır.
Seyahatlerinden bir kısmını savaşlara katılmak suretiyle yapan Evliya
Çelebi, bizzat savaşlara da katılmış ve silah kullanmada, ata binmedeki
maharetini harp meydanında göstermiştir.
Güzel sesi ve hoş sohbeti ile her zaman padişahların, vezirlerin ve
komutanların yanıbaşında bulunmuştur. Onun hoş sohbeti yazı üslubuna da
aksetmiş ve ölmez eseri "Seyahatname" zevkle okunan bir klasik
hüviyetini asırlardan beri muhafaza etmiştir.
Ömrünü ilme adayan bu değerli âlim ve seyyahımız hiç evlenmemiştir. 1681'de vefat eden Evliya Çelebi'nin mezarı kayıptır.
Seyahatname'si muhtelif dillere tercüme edilmiş olan dünya çapında
şöhret sahibi Evliya Çelebi'nin mezarının kayıp oluşunu kabullenmek
istemiyorduk bir türlü. Araştırmaya başladık. Tarihî kaynaklar, Evliya
Çelebi'nin Mısır Seyahati dönüşünde İstanbul'da vefat ettiğini ve
Lohusakadın türbesinin yanına defnedildiğini söylemekteydi. Şişhanede
bulunan Lohusakadın türbesinin yanında Meyyiz Zade Kabri ve onun
bitişiğinde Evliya Çelebi ailesine ait mezarlık bulunmaktaymış. O
civarda yaptığımız araştırmada, Lohusakadın türbesinden başka hiç bir
mezar göremedik. Nasıl olurdu, koskoca mezarlık nereye giderdi? Kafamıza
düğümlenen suallerin cevablarını değerli tarihçi İbrahim Hakkı
Konyalı'da bulduk. Şöyle diyordu Konyalı:
"Evliya Çelebi ve babası, IV.Murad'ın kuyumcubaşısı Mehmed Zıllî Efendi
Lohusakadın türbesinin yanında medfundur. Fakat yol yapılırken ordaki
bütün mezarlar yerinden söküldü ve mezar taşları bir çukura dolduruldu.
Ben yol yapılırken gitmiş ve mezar taşlarını görmüştüm."
Bu ifadeden sonra tekrar Şişhane'ye gittik ve bu defa mezar taşlarını
aramaya başladık. Ne yazık ki bütün aramalarımıza rağmen bir tek mezar
taşına bile rastlayamadık. Evet, Koca Evliya Çelebi'nin, Mehmed Zilli
Efendi'nin ve daha nice büyüklerin mezarları yok olmuştu, yok dilmişti.
Evliya Çelebi'yi araştıran Batılı bir araştırmacı İstanbul'a gelip
Evliya Çelebi'nin mezarını sorsa, "yoktur" veya "kayıp" cevabı
verilecekti. O da "Ayıp" diyemeyecek kadar nezaket sahibi ise, "yazık"
diyecekti. Nitekim öyle de demektedirler.
█►SALVADOR◄█- : 2228
: 5
Mesaj Sayısı : 1603
Hesabı
Altın:: Full
Para:: Full
Geri: Türk Milletinin Tarihi
ERGENEKON DESTANI
Ergenekon Destanı, "Büyük Türk Destanından bir parçadır. Türk
kavimlerinden Göktürkler'i mevzu alır. Göktürkler'in menşeini açıklamak
ister. Ergenekon Destanı'nın özeti şöyledir:
Türk illerinde Göktürkler'e itaat etmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan
yabancı kavimler birleşerek Göktürkler'in üzerine yürüdüler. Maksatları
öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını, sürülerini bir yere topladılar.
Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı.
On gün vuruştular. Göktürkler üstün geldi.
Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri av yerinde toplanıp konuştular.
"Göktürkler'e hile yapmazsak akıbet işimiz yaman olur," dediler.
Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.
Göktürkler, "Bunların vuruşma güçleri bitti, kaçıyorlar," deyip arkalarından yetiştiler.
Düşman, Göktürkler'i görünce, birden döndü. Vuruşma sonunda düşman,
Göktürkler'i gafil avlayıp yendi. Göktürkler'i öldüre öldüre çadırlarına
geldi. Çadırlarını ve mallarını öylesine yağmaladı ki, bir ev
kurtulmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdi. Küçükleri kul edindi.
Her düşman birini alıp gitti.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ERGENEKONDAN ÇIKIŞ
Göktürkler'in başında İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz
vuruşmada bir tanesi hariç, hepsi öldü. Kayı adlı bu oğlunu o yıl
evlendirmişti. İl Han'ın Dokuz-Oğuz adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ile
Dokuz-Oğuz düşmana tutsak olmuşlardı. Fakat on gün sonra bir gece ikisi
de kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Göktürk yurduna
geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen çok deve, at, öküz ve koyun
buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman. Gereği odur ki,
dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım," dediler.
Dağa doğru sürülerini alıp göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da
öylesine bir yoldu ki, bir deve veya bir at güçlükle yürürdü. Ayağını
yanlış bassa yuvarlanıp parça parça olurdu. Göktürkler'in vardıkları
yerde akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar
vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Hayvanlarının
kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye
"Ergenekon" adını koydular.
İki Göktürk prensinin Ergenekon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok
çocuğu oldu. Dokuz-Oğuz Han'ın daha az oldu. Çok yıllar bu iki Hanın
çocukları Ergenekon'da kaldılar. Pek çoğaldılar.
Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki, Ergenekon'a
sığışamaz oldular. Buna bir çare bulmak için kurultay topladılar.
Dediler ki, "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler,
güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş.
Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım.
Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla
vuruşalım".
Kurultay bu kararı alınca, Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar, bulamadılar.
O zaman bir demirci dedi ki, "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat
madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi".
Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler.
Demircinin tedbirini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir
kat kömür dizdiler. Dağın üstünü altını, yanını, yönünü böylece odun ve
kömürle doldurduktan sonra, yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş
yere koydular. Odun-kömürü ateşleyip körüklemeye başladılar,
Tanrı'nın gücü ve inayeti ile ateş, kızdıktan sonra demir dağ eridi,
akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal
ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip bu yoldan Ergenekon'dan
çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürkler'de bayram
oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yapılır; bir parça demir alınıp
ateşte kızdırılır. Bu demiri Önce Göktürk Ham kıskaçla tutup örse koyar,
çekiçle döver.
Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp bu günü kutlarlar.
Ergenekon'dan çıkınca, Göktürkler'in ulu hakanı Kayı Han soyundan
Börteçine, bütün illere elçiler gönderdi; Göktürkler'in Ergenekon'dan
çıktıklarını bildirdi. Tâ ki, eskisi gibi bütün iller Göktürkler'in
buyruğu altına girer.
Ergenekon Destanı, "Büyük Türk Destanından bir parçadır. Türk
kavimlerinden Göktürkler'i mevzu alır. Göktürkler'in menşeini açıklamak
ister. Ergenekon Destanı'nın özeti şöyledir:
Türk illerinde Göktürkler'e itaat etmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan
yabancı kavimler birleşerek Göktürkler'in üzerine yürüdüler. Maksatları
öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını, sürülerini bir yere topladılar.
Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı.
On gün vuruştular. Göktürkler üstün geldi.
Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri av yerinde toplanıp konuştular.
"Göktürkler'e hile yapmazsak akıbet işimiz yaman olur," dediler.
Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.
Göktürkler, "Bunların vuruşma güçleri bitti, kaçıyorlar," deyip arkalarından yetiştiler.
Düşman, Göktürkler'i görünce, birden döndü. Vuruşma sonunda düşman,
Göktürkler'i gafil avlayıp yendi. Göktürkler'i öldüre öldüre çadırlarına
geldi. Çadırlarını ve mallarını öylesine yağmaladı ki, bir ev
kurtulmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdi. Küçükleri kul edindi.
Her düşman birini alıp gitti.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
ERGENEKONDAN ÇIKIŞ
Göktürkler'in başında İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz
vuruşmada bir tanesi hariç, hepsi öldü. Kayı adlı bu oğlunu o yıl
evlendirmişti. İl Han'ın Dokuz-Oğuz adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ile
Dokuz-Oğuz düşmana tutsak olmuşlardı. Fakat on gün sonra bir gece ikisi
de kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Göktürk yurduna
geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen çok deve, at, öküz ve koyun
buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman. Gereği odur ki,
dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım," dediler.
Dağa doğru sürülerini alıp göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da
öylesine bir yoldu ki, bir deve veya bir at güçlükle yürürdü. Ayağını
yanlış bassa yuvarlanıp parça parça olurdu. Göktürkler'in vardıkları
yerde akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar
vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Hayvanlarının
kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye
"Ergenekon" adını koydular.
İki Göktürk prensinin Ergenekon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok
çocuğu oldu. Dokuz-Oğuz Han'ın daha az oldu. Çok yıllar bu iki Hanın
çocukları Ergenekon'da kaldılar. Pek çoğaldılar.
Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki, Ergenekon'a
sığışamaz oldular. Buna bir çare bulmak için kurultay topladılar.
Dediler ki, "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler,
güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş.
Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım.
Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla
vuruşalım".
Kurultay bu kararı alınca, Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar, bulamadılar.
O zaman bir demirci dedi ki, "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat
madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi".
Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler.
Demircinin tedbirini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir
kat kömür dizdiler. Dağın üstünü altını, yanını, yönünü böylece odun ve
kömürle doldurduktan sonra, yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş
yere koydular. Odun-kömürü ateşleyip körüklemeye başladılar,
Tanrı'nın gücü ve inayeti ile ateş, kızdıktan sonra demir dağ eridi,
akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal
ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip bu yoldan Ergenekon'dan
çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürkler'de bayram
oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yapılır; bir parça demir alınıp
ateşte kızdırılır. Bu demiri Önce Göktürk Ham kıskaçla tutup örse koyar,
çekiçle döver.
Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp bu günü kutlarlar.
Ergenekon'dan çıkınca, Göktürkler'in ulu hakanı Kayı Han soyundan
Börteçine, bütün illere elçiler gönderdi; Göktürkler'in Ergenekon'dan
çıktıklarını bildirdi. Tâ ki, eskisi gibi bütün iller Göktürkler'in
buyruğu altına girer.
█►SALVADOR◄█- : 2228
: 5
Mesaj Sayısı : 1603
Hesabı
Altın:: Full
Para:: Full
Geri: Türk Milletinin Tarihi
Göktürkler
I.Göktürk Hakanlığı - Doğu Göktürk Hakanlığı
Batı Göktürk Hakanlığı - II.Göktürk Hakanlığı
Asya "Büyük Hun" imparatorluğundan sonra, her bakımdan temsil ettiği
Türk kültürü itibariyle 2. "süper" Türk imparatorluğu niteliğinde olan
Gök-Türk hakanlığı, "Türk" sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak
benimsemekle bütün bir millete ad vermek şerefini kazanmış, Doğu
Sibirya'daki Yakut Türkleri ile batıda Ogur (Bulgar) Türklerinin bir
kısmı dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri kendi idaresinde
birleştirmiştir. Hakanlığın yıkılmasından sonra bir yelpaze gibi
açılarak dört tarafa yayılan çeşitli Türk zümreleri gittikleri yerlerde
'Türk" adını ve Gök-Türk idarî, siyasî ve iktisadî geleneklerini
yaşatmışlardır. Yine bütün bu Türklerin tarihinde Gök-Türk teşkilatının,
edebiyatının, töre ve hayat telakkisinin izleri görülmüştür.
Gök-Türklerden sonraki çağlarda, R Türkçesi (Ogur lehçesi) müstesna,
bütün Türk lehçe ve ağızları Gök-Türk Türkçesi'nin damgasını taşır.
Doğudan batıya:Orta Asya, Türkistan, Maveraünnehir, Kuzey Hindistan,
İran, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkan Türkleri, Gök-Türkler yolu ile
Türk'tür.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Bizim bugün diğer Türk devlet ve zümrelerinden
ayırdetmek üzere Gök-Türk (Kök-Türk) dediğimiz bu topluluk ve devletin
adı "Türk" veya "Türük" idi. Ancak, kitabelerin bir yerinde kendini
Gök-Türk olarak tanıtmıştır ki, "Gök'e mensup, ilahî Türk" manasına
gelen bu tabir V. Thomsen'e göre hakanlığın parlak devresine işaret
etmekte olmalıdır (herhalde Mu-kan Kağan zamanı).
Gök-Türk hakanlığı çağında, daha doğrusu 6.-9. asırlarda Orta Asya'da
tarihî rol oynayan toplulukların, çeşitli adlar altında gruplaşan
Tölesler olduğu anlaşılmaktadır. Türkçe Töles kelimesi ihtimal "asıl,
kök, temel" manalarına gelmektedir.
Çin kaynaklarında eski Hun boylarından olarak zikredilen ve bütün Orta
Asya'ya yayılmış kalabalık Türk kütleleri bütünüdür. Sui-shu (Çin Sui
hanedanının - 581 - 618-yıllığı)'da 50 kadar kabilesi sayılmakta ve
şöyle sıralanmaktadır: l'i Baykal gölünün kuzeyinde, 5'i Tola ırmağı
kuzeyinde, 5'i Tanrı dağları kuzey eteğinde, 9'u Altaylar'ın
güneybatısında, 4'ü K'ang (Semerkant havalisi) "krallığı"nın kuzeyinde,
10'u Seyhun boyunda, 4'ü Hazar'ın doğusu ve batısında, 6'sı
Fu-lin(Bizans)'in doğusunda" . Ancak Baykal gölünden Karadeniz'e kadar
yayılan bu toplulukların hepsini de Türk menşeli saymak doğru olmasa
gerektir. En batıda gösterilen bazılarının (mesela Alanlar) İranlı
oldukları biliniyor. Wu-hun (=Ugor)'lar da Urallı bir kavim grubudur
.Ayrıca Ogur boylarının da T'ieh-le'ler olarak zikredildiği
anlaşılmaktadır. Töles boylarının, taşıdıkları adlar henüz tamamen
çözülememiş olmakla beraber, Hunlardan geldikleri ve umumiyetle dil ve
örflerinin Gök-Türklerinkinin aynı olduğu belirtilmiştir' ". Bazı Çin
kayıtlarına göre, Tabgaçlar devrinde (386-534), yüksek tekerlekli araba
kullandıklarından dolayı Kao-kü (Chao-ch'e = yüksek tekerlek) diye
adlandırılan bir kısım Töles kabileleri diğer Türkler gibi kendilerini
kurt ata'dan türemiş kabul ederlerdi. Ayrıca, T'ang-shu (Çin T'ang
sülalesi -618-906- yıllığı)'da da 15 Töles kabilesinin adlan
verilmiştir. Gök-Türk hakanlığı zamanında Orta ve Doğu Asya'da gruplaşan
Tölesler ile diğer ilgili bölgelerdeki topluluklar şunlardır:
1. Tarduş (Çince'de Sie Yen-t'o, Hsieh Yen-t'o. Hsie/ = Sir/ Yen-t'o =
Tarduş?) lar .Töles kabilelerinden bir grup (herhalde Tarduş: Hakan
Tar-du'nun unvanı ile anılanlar: Batı Gök-Türk'leri= On-oklar)
Altaylar'ın batısında oturmakta olup Töleslerin en zengin ve
kuvvetlileri olarak gösterilirler.
2. Uygurlar. Töleslerden bir kütle. Tola ırmağının kuzey sahasında yer almışlardı.
3. On-0klar (ihtimal "Tarduş" diye de adlandırılan Töles grubu),
Altaylar'dan Seyhun (Sır-derya) yakınlarına kadar uzanan geniş bölgede
görünüyorlar. Çu ırmağı - Isıkgöle göre, 5'i doğuda To-lu (sol kanat),
5'i batıda Nu-çi-pi (sağ kanat) adı ile 10 kabileden kurulu olup, "Batı
Gök-Türkleri" diye de anılmışlardır. Türgişler (aş.bk.) To-lulardan
idiler. Ayrıca bunlar-dan bir kısmı Çu-yüe (Çiğil?) ve Ç'u-mi (Çumul)
adları ile anılan Türk kabileleri ile birlikte 630'u takip eden
yıllarda, Gök-Türk hakanlığının fetret devresinde, Beş-balık civanndaki
kurak bozkırlara çekilmişler ve Şa-t'o (Çince çöl veya Türkçe sadak?
Veya Çiğil'ler?) adını almışlardır.
4. Karluklar. Altaylar'ın batısında idiler .
5. Oğuzlar (630'dan sonra bu adla ortaya çıkan Töles boyları.) Selenga ırmağı - Ötüken bölgesinde oturuyorlardı.
6. Doğu Avrupa'da Türk toplulukları: Avarlar, Hazarlar, Ogurlar, Peçenekler ve ihtimal Kıpçak-Kumanlar vb.
7. Kırgızlar. Baykal'ın batısında, Yenisey nehrinin kaynakları bölgesinde idiler .
8. Basmıllar (Çince'de Pa-si-mi). İdi-kut(hükümdar)'unun Türk olduğu
belirtilen bu kavmin aslen yabancı olup, Türklerle karıştığı ileri
sürülmüştür. Daha ziyade îç-Asya'da Beş-balık havalisinde
görünmektedirler.
9. K'i-tan, Tatabı, Dokuz-Tatar, Otuz-Tatar gibi Moğol soyundan
kabileler doğu bölgesinde Kerulen ve Onon nehirleri havalisinde
bulunuyorlardı.
Ancak, hatırlatmak gerekir ki, bütün bu topluluklar, zaman zaman yer
değiştirmekte, arada bir çözülen boylardan yeni birlikler meydana
gelmekte, hülasa oynak kütleler teşkil etmekte idiler. Yine
görülmektedir ki, Tarduş, Uygur, On-ok, Oğuz, Ogur, Hazar vb. gibi
isimler Türk soyundan gelen kütlelerin türlü teşkilatlanmalar
dolayısıyla aldıkları adlardan ibarettir. "Türk" de, bilinen manası ile
önceleri belirli bir topluluğun (Aşına ailesi etrafında toplananların)
adı iken sonraları yaygınlaşmıştır.
Gök-Türkler, Çin kaynaklarının açıkça belirttikleri üzere, Asya
Hunlarından iniyorlardı Başbuğ ailesi olan Aşına soyunun bir dişi
kurttan türediğine dair o çağda pek yaygın olduğu anlaşılan rivayetler
Gök-Türklerin erken tarihini efsanelerle karıştırmaktadır. Ancak
kurttan-türeme geleneğinin Asya Hunları arasında da mevcut olması ve
kurt ata'nın Türkleri dar, geçilmez yollardan selamete ulaştırdığı
(Bozkurt Destanı'nın aslı) rivayetinin Hunlarda görülmesi Gök-Türklerin
Hunlara nispetini ortaya koymaktadır. Aşına ailesinin, yalnız bir erkek
çocuk hayatta kalmak üzere, katliama uğramış olduğu rivayeti , Tsü-kü
(aslında Asya Hun devletinde bir unvan) adlı Hun ailesine mensup
Meng-sün tarafından kurulan Kuzey Liang Hun devletinin (yk. bk.) 439'da
Tabgaçlar tarafından yıkılması hadisesine bağlamak mümkündür. Sui-shu
(Çin yıllığı, 581-618)'ya göre, bu Hun devletinde idareyi elinde tutan
Tsü-kü(Chü-ch'ü)'ler imha edildiği zaman A-shih-na (Açına) kolu 500
ailelik bir kütle halinde, Kan-su bölgesinden göçerek, Juan-juanlara
sığınmışlardı. Gök-Türklerin nüvesini teşkil ettiği belirtilen ve
Meng-sün'ün oğlu An-çu ve sonra torunu Şu'nun öldürülmesi üzerine önce
Hsi-hai'da iken sonra Altaylar'a nüfuz eden bu kütle, Chü-ch'ü
(Tsü-kü)ler yolu ile de Asya Hunlarına bağlanmaktadır ve hatta, bu kısa
göç hareketini idare eden Aşına soyunun, Güney Hun tanhuları yolu ile
Mo-tun'un mensup olduğu ünlü T'u-ko (Tu-ku) ailesinden gelmesi kuvvetle
muhtemeldir . Kurt ata inancı dolayısıyla Gök-Türk hakanlık belgesi,
altından kurt başlı sancak (tuğ) olmuştur.
I.Göktürk Hakanlığı - Doğu Göktürk Hakanlığı
Batı Göktürk Hakanlığı - II.Göktürk Hakanlığı
Asya "Büyük Hun" imparatorluğundan sonra, her bakımdan temsil ettiği
Türk kültürü itibariyle 2. "süper" Türk imparatorluğu niteliğinde olan
Gök-Türk hakanlığı, "Türk" sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak
benimsemekle bütün bir millete ad vermek şerefini kazanmış, Doğu
Sibirya'daki Yakut Türkleri ile batıda Ogur (Bulgar) Türklerinin bir
kısmı dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri kendi idaresinde
birleştirmiştir. Hakanlığın yıkılmasından sonra bir yelpaze gibi
açılarak dört tarafa yayılan çeşitli Türk zümreleri gittikleri yerlerde
'Türk" adını ve Gök-Türk idarî, siyasî ve iktisadî geleneklerini
yaşatmışlardır. Yine bütün bu Türklerin tarihinde Gök-Türk teşkilatının,
edebiyatının, töre ve hayat telakkisinin izleri görülmüştür.
Gök-Türklerden sonraki çağlarda, R Türkçesi (Ogur lehçesi) müstesna,
bütün Türk lehçe ve ağızları Gök-Türk Türkçesi'nin damgasını taşır.
Doğudan batıya:Orta Asya, Türkistan, Maveraünnehir, Kuzey Hindistan,
İran, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkan Türkleri, Gök-Türkler yolu ile
Türk'tür.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Bizim bugün diğer Türk devlet ve zümrelerinden
ayırdetmek üzere Gök-Türk (Kök-Türk) dediğimiz bu topluluk ve devletin
adı "Türk" veya "Türük" idi. Ancak, kitabelerin bir yerinde kendini
Gök-Türk olarak tanıtmıştır ki, "Gök'e mensup, ilahî Türk" manasına
gelen bu tabir V. Thomsen'e göre hakanlığın parlak devresine işaret
etmekte olmalıdır (herhalde Mu-kan Kağan zamanı).
Gök-Türk hakanlığı çağında, daha doğrusu 6.-9. asırlarda Orta Asya'da
tarihî rol oynayan toplulukların, çeşitli adlar altında gruplaşan
Tölesler olduğu anlaşılmaktadır. Türkçe Töles kelimesi ihtimal "asıl,
kök, temel" manalarına gelmektedir.
Çin kaynaklarında eski Hun boylarından olarak zikredilen ve bütün Orta
Asya'ya yayılmış kalabalık Türk kütleleri bütünüdür. Sui-shu (Çin Sui
hanedanının - 581 - 618-yıllığı)'da 50 kadar kabilesi sayılmakta ve
şöyle sıralanmaktadır: l'i Baykal gölünün kuzeyinde, 5'i Tola ırmağı
kuzeyinde, 5'i Tanrı dağları kuzey eteğinde, 9'u Altaylar'ın
güneybatısında, 4'ü K'ang (Semerkant havalisi) "krallığı"nın kuzeyinde,
10'u Seyhun boyunda, 4'ü Hazar'ın doğusu ve batısında, 6'sı
Fu-lin(Bizans)'in doğusunda" . Ancak Baykal gölünden Karadeniz'e kadar
yayılan bu toplulukların hepsini de Türk menşeli saymak doğru olmasa
gerektir. En batıda gösterilen bazılarının (mesela Alanlar) İranlı
oldukları biliniyor. Wu-hun (=Ugor)'lar da Urallı bir kavim grubudur
.Ayrıca Ogur boylarının da T'ieh-le'ler olarak zikredildiği
anlaşılmaktadır. Töles boylarının, taşıdıkları adlar henüz tamamen
çözülememiş olmakla beraber, Hunlardan geldikleri ve umumiyetle dil ve
örflerinin Gök-Türklerinkinin aynı olduğu belirtilmiştir' ". Bazı Çin
kayıtlarına göre, Tabgaçlar devrinde (386-534), yüksek tekerlekli araba
kullandıklarından dolayı Kao-kü (Chao-ch'e = yüksek tekerlek) diye
adlandırılan bir kısım Töles kabileleri diğer Türkler gibi kendilerini
kurt ata'dan türemiş kabul ederlerdi. Ayrıca, T'ang-shu (Çin T'ang
sülalesi -618-906- yıllığı)'da da 15 Töles kabilesinin adlan
verilmiştir. Gök-Türk hakanlığı zamanında Orta ve Doğu Asya'da gruplaşan
Tölesler ile diğer ilgili bölgelerdeki topluluklar şunlardır:
1. Tarduş (Çince'de Sie Yen-t'o, Hsieh Yen-t'o. Hsie/ = Sir/ Yen-t'o =
Tarduş?) lar .Töles kabilelerinden bir grup (herhalde Tarduş: Hakan
Tar-du'nun unvanı ile anılanlar: Batı Gök-Türk'leri= On-oklar)
Altaylar'ın batısında oturmakta olup Töleslerin en zengin ve
kuvvetlileri olarak gösterilirler.
2. Uygurlar. Töleslerden bir kütle. Tola ırmağının kuzey sahasında yer almışlardı.
3. On-0klar (ihtimal "Tarduş" diye de adlandırılan Töles grubu),
Altaylar'dan Seyhun (Sır-derya) yakınlarına kadar uzanan geniş bölgede
görünüyorlar. Çu ırmağı - Isıkgöle göre, 5'i doğuda To-lu (sol kanat),
5'i batıda Nu-çi-pi (sağ kanat) adı ile 10 kabileden kurulu olup, "Batı
Gök-Türkleri" diye de anılmışlardır. Türgişler (aş.bk.) To-lulardan
idiler. Ayrıca bunlar-dan bir kısmı Çu-yüe (Çiğil?) ve Ç'u-mi (Çumul)
adları ile anılan Türk kabileleri ile birlikte 630'u takip eden
yıllarda, Gök-Türk hakanlığının fetret devresinde, Beş-balık civanndaki
kurak bozkırlara çekilmişler ve Şa-t'o (Çince çöl veya Türkçe sadak?
Veya Çiğil'ler?) adını almışlardır.
4. Karluklar. Altaylar'ın batısında idiler .
5. Oğuzlar (630'dan sonra bu adla ortaya çıkan Töles boyları.) Selenga ırmağı - Ötüken bölgesinde oturuyorlardı.
6. Doğu Avrupa'da Türk toplulukları: Avarlar, Hazarlar, Ogurlar, Peçenekler ve ihtimal Kıpçak-Kumanlar vb.
7. Kırgızlar. Baykal'ın batısında, Yenisey nehrinin kaynakları bölgesinde idiler .
8. Basmıllar (Çince'de Pa-si-mi). İdi-kut(hükümdar)'unun Türk olduğu
belirtilen bu kavmin aslen yabancı olup, Türklerle karıştığı ileri
sürülmüştür. Daha ziyade îç-Asya'da Beş-balık havalisinde
görünmektedirler.
9. K'i-tan, Tatabı, Dokuz-Tatar, Otuz-Tatar gibi Moğol soyundan
kabileler doğu bölgesinde Kerulen ve Onon nehirleri havalisinde
bulunuyorlardı.
Ancak, hatırlatmak gerekir ki, bütün bu topluluklar, zaman zaman yer
değiştirmekte, arada bir çözülen boylardan yeni birlikler meydana
gelmekte, hülasa oynak kütleler teşkil etmekte idiler. Yine
görülmektedir ki, Tarduş, Uygur, On-ok, Oğuz, Ogur, Hazar vb. gibi
isimler Türk soyundan gelen kütlelerin türlü teşkilatlanmalar
dolayısıyla aldıkları adlardan ibarettir. "Türk" de, bilinen manası ile
önceleri belirli bir topluluğun (Aşına ailesi etrafında toplananların)
adı iken sonraları yaygınlaşmıştır.
Gök-Türkler, Çin kaynaklarının açıkça belirttikleri üzere, Asya
Hunlarından iniyorlardı Başbuğ ailesi olan Aşına soyunun bir dişi
kurttan türediğine dair o çağda pek yaygın olduğu anlaşılan rivayetler
Gök-Türklerin erken tarihini efsanelerle karıştırmaktadır. Ancak
kurttan-türeme geleneğinin Asya Hunları arasında da mevcut olması ve
kurt ata'nın Türkleri dar, geçilmez yollardan selamete ulaştırdığı
(Bozkurt Destanı'nın aslı) rivayetinin Hunlarda görülmesi Gök-Türklerin
Hunlara nispetini ortaya koymaktadır. Aşına ailesinin, yalnız bir erkek
çocuk hayatta kalmak üzere, katliama uğramış olduğu rivayeti , Tsü-kü
(aslında Asya Hun devletinde bir unvan) adlı Hun ailesine mensup
Meng-sün tarafından kurulan Kuzey Liang Hun devletinin (yk. bk.) 439'da
Tabgaçlar tarafından yıkılması hadisesine bağlamak mümkündür. Sui-shu
(Çin yıllığı, 581-618)'ya göre, bu Hun devletinde idareyi elinde tutan
Tsü-kü(Chü-ch'ü)'ler imha edildiği zaman A-shih-na (Açına) kolu 500
ailelik bir kütle halinde, Kan-su bölgesinden göçerek, Juan-juanlara
sığınmışlardı. Gök-Türklerin nüvesini teşkil ettiği belirtilen ve
Meng-sün'ün oğlu An-çu ve sonra torunu Şu'nun öldürülmesi üzerine önce
Hsi-hai'da iken sonra Altaylar'a nüfuz eden bu kütle, Chü-ch'ü
(Tsü-kü)ler yolu ile de Asya Hunlarına bağlanmaktadır ve hatta, bu kısa
göç hareketini idare eden Aşına soyunun, Güney Hun tanhuları yolu ile
Mo-tun'un mensup olduğu ünlü T'u-ko (Tu-ku) ailesinden gelmesi kuvvetle
muhtemeldir . Kurt ata inancı dolayısıyla Gök-Türk hakanlık belgesi,
altından kurt başlı sancak (tuğ) olmuştur.
█►SALVADOR◄█- : 2228
: 5
Mesaj Sayısı : 1603
Hesabı
Altın:: Full
Para:: Full
Geri: Türk Milletinin Tarihi
Büyük Selçuklu Devleti
Kuruluşu
Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların
Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. Onuncu yüzyılın sonu ile
onbirinci yüzyılın başlarında İslamı kabul ettiler. Selçuklular;
Çin'den, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri,
Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen'den Rusya içlerine kadar yayılan
hakimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Devlete adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar
Denizi arasına hakim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandanlarından Dukak
Subaşı'nın oğludur. Dukak ölünce, 17-18 yaşlarındaki Selçuk Bey subaşı
oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey'in devamlı
artan bir itibara sahip olması, Yabgu ve eşini telaşlandırdı. Onu
başlarından atmak için çare aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen
Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla,
muhtemelen 985 yılı sıralarında, Seyhun nehri kenarında bulunan Cend
şehrine geldiler. Bölge ve şehir, İslam ülkelerine geçişte hudut
durumundaydı.
Selçuk Bey'in idaresindeki Türkler, kısa zamanda İslamı kabul ettiler.
Bu durum, Yabgu ile aralarını iyice açtı. "Müslümanlar, gayri müslimlere
haraç vermez" diyen Selçuk Bey, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve
bağımsızlığını ilan etti. Gayri müslim Türklere karşı savaşmaya başladı.
Selçuk Bey'in, bağımsızlığını ilan edip, Yabgu'ya haraç vermeyerek,
müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi, çevrede tanınıp itibar
kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Türkler, etrafında
toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, Müslüman olmayan
Türkler üzerine yaptığı seferlerle şöhret kazandı. Onun bu şöhreti,
Maveraünnehir'de üstünlük sağlamaya çalışan müslüman devletlerden birisi
olan Sâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultanı, Selçuk Beye,
devlet sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına karşılık,
Buhara yakınlarındaki Nür kasabasına yerleşme izni verdi.
Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adlarındaki
oğullarıyla Büyük Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı
adında iki torun bırakarak, yüz yaşlarında vefat etti. Selçuk Bey'in
büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mikâil, babasının
sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine
geçti. Yabgu ünvanını alarak, Selçuklular da denilmeye başlanan ailesini
teşkilatlandırdı. Karahanlılar'ın Sâmânî Devletine son vermesi üzerine,
Özkend'den kaçan Sâmânî şehzadelerinden İsmail Muntasır'ın, Arslan
Yabgu'ya sığınması, Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu.
Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı
muharebeler yaptılar.
Selçuklular'ın güçlenmesi, bölgenin hakimi Karahanlılar ile Gaznelileri
zor durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025'te Arslan
Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan'daki Kâlencer Kalesine
hapsedildi. Bu hadiseden sonra, Selçuklularla Gazneliler arasında açık
bir mücadele başladı. Onun esareti yıllarında Selçuklular, ortak
hükümdar sistemiyle yönetildi. Musa'yı yabguluğa, Yusuf'un oğlu
İbrahim'i de yınallığa getirdiler. Mikâil'in oğulları Tuğrul ve Çağrı
beyler, amcalarının hakimiyetini tanımakla birlikte, ayrı bölgelerde
yaşamaya başladılar.
Mahir süvarilerden oluşan Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve
atları için, bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu amaçla zaman
zaman, komşuları Karahanlılar ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli
halkın şikâyetlerine sebep oldular. Onların bu durumunu kendileri için
tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içinde karışıklık çıkarmak
istedilerse de başaramadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yusuf
Bey öldürüldü. Musa Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler,
Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yusuf Bey'in intikamını aldılar. Siyasî
durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla
Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar. Bunun üzerine Çağrı Bey,
dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvari kuvvetiyle, Gazneli
mukavemet mevkilerini aşarak, Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van
Gölü havzasından, kuzeyde Tiflis'e kadar uzanan bölgede keşif harekâtı
yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini yenerek, bölgenin otlak ve
yaylaklarının keşfiyle, gerekli siyasî, etnik, kültürel ve askerî
stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Keşif harekâtı
neticesinde, bölgenin, Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tespit
ederek Tuğrul Bey'e bildirdi.
Selçukluların esir yabgusu Arslan, 1032 yılında, Hindistan'da
hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde ölünce, Gaznelilerle ilişkiler
daha da bozuldu. Musa Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler
kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen güçleri, bölgenin en stratejik
mevkiinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan'a ani bir taarruzla
girerek, Merv, Nişabur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne
sultanı Mesud, Selçukluları tanımak zorunda kaldı. Musa Yabgu'ya, Tuğrul
ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035
yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir süre devam etti.
Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücadelesi, daha da şidetlendi.
Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye
edilmiş, ağır techizatlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla
savaşlarıyla çok kayıp verdirdiler. 1038 yılında Serahs civarında
yapılan savaşta, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli
Sultan Mesud, büyük bir devlet adamı, cesur bir kumandan olmasına
rağmen, bu yenilgiden sonra Nişabur'u Selçuklulara bırakıp, kesin sonuç
alınacak büyük savaşı devamlı geciktirdi. Tuğrul Beyin üvey kardeşi
İbrahim Yınal, 1038'de Nişabur'u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu.
Nişabur'a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey
Sultanü'l-Muazzam (Büyük Sultan), Çağrı Bey de Melikü'l-Mülük
(Hükümdarların Hükümdarı) ünvanını aldı. Büyük Selçuku Devleti'nin
kuruluş ve istiklâlini (bağımsızlığını) ilan ettiler. Selçuklu-Gazneli
mücadelesi, 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Savaşı ve Selçukluların
üstünlüğü ele geçirmesiyle neticelendi.
Kuruluşu
Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların
Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. Onuncu yüzyılın sonu ile
onbirinci yüzyılın başlarında İslamı kabul ettiler. Selçuklular;
Çin'den, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri,
Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen'den Rusya içlerine kadar yayılan
hakimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Devlete adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar
Denizi arasına hakim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandanlarından Dukak
Subaşı'nın oğludur. Dukak ölünce, 17-18 yaşlarındaki Selçuk Bey subaşı
oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey'in devamlı
artan bir itibara sahip olması, Yabgu ve eşini telaşlandırdı. Onu
başlarından atmak için çare aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen
Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla,
muhtemelen 985 yılı sıralarında, Seyhun nehri kenarında bulunan Cend
şehrine geldiler. Bölge ve şehir, İslam ülkelerine geçişte hudut
durumundaydı.
Selçuk Bey'in idaresindeki Türkler, kısa zamanda İslamı kabul ettiler.
Bu durum, Yabgu ile aralarını iyice açtı. "Müslümanlar, gayri müslimlere
haraç vermez" diyen Selçuk Bey, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve
bağımsızlığını ilan etti. Gayri müslim Türklere karşı savaşmaya başladı.
Selçuk Bey'in, bağımsızlığını ilan edip, Yabgu'ya haraç vermeyerek,
müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi, çevrede tanınıp itibar
kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Türkler, etrafında
toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, Müslüman olmayan
Türkler üzerine yaptığı seferlerle şöhret kazandı. Onun bu şöhreti,
Maveraünnehir'de üstünlük sağlamaya çalışan müslüman devletlerden birisi
olan Sâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultanı, Selçuk Beye,
devlet sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına karşılık,
Buhara yakınlarındaki Nür kasabasına yerleşme izni verdi.
Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adlarındaki
oğullarıyla Büyük Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı
adında iki torun bırakarak, yüz yaşlarında vefat etti. Selçuk Bey'in
büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mikâil, babasının
sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine
geçti. Yabgu ünvanını alarak, Selçuklular da denilmeye başlanan ailesini
teşkilatlandırdı. Karahanlılar'ın Sâmânî Devletine son vermesi üzerine,
Özkend'den kaçan Sâmânî şehzadelerinden İsmail Muntasır'ın, Arslan
Yabgu'ya sığınması, Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu.
Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı
muharebeler yaptılar.
Selçuklular'ın güçlenmesi, bölgenin hakimi Karahanlılar ile Gaznelileri
zor durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025'te Arslan
Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan'daki Kâlencer Kalesine
hapsedildi. Bu hadiseden sonra, Selçuklularla Gazneliler arasında açık
bir mücadele başladı. Onun esareti yıllarında Selçuklular, ortak
hükümdar sistemiyle yönetildi. Musa'yı yabguluğa, Yusuf'un oğlu
İbrahim'i de yınallığa getirdiler. Mikâil'in oğulları Tuğrul ve Çağrı
beyler, amcalarının hakimiyetini tanımakla birlikte, ayrı bölgelerde
yaşamaya başladılar.
Mahir süvarilerden oluşan Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve
atları için, bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu amaçla zaman
zaman, komşuları Karahanlılar ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli
halkın şikâyetlerine sebep oldular. Onların bu durumunu kendileri için
tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içinde karışıklık çıkarmak
istedilerse de başaramadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yusuf
Bey öldürüldü. Musa Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler,
Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yusuf Bey'in intikamını aldılar. Siyasî
durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla
Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar. Bunun üzerine Çağrı Bey,
dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvari kuvvetiyle, Gazneli
mukavemet mevkilerini aşarak, Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van
Gölü havzasından, kuzeyde Tiflis'e kadar uzanan bölgede keşif harekâtı
yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini yenerek, bölgenin otlak ve
yaylaklarının keşfiyle, gerekli siyasî, etnik, kültürel ve askerî
stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Keşif harekâtı
neticesinde, bölgenin, Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tespit
ederek Tuğrul Bey'e bildirdi.
Selçukluların esir yabgusu Arslan, 1032 yılında, Hindistan'da
hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde ölünce, Gaznelilerle ilişkiler
daha da bozuldu. Musa Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler
kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen güçleri, bölgenin en stratejik
mevkiinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan'a ani bir taarruzla
girerek, Merv, Nişabur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne
sultanı Mesud, Selçukluları tanımak zorunda kaldı. Musa Yabgu'ya, Tuğrul
ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035
yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir süre devam etti.
Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücadelesi, daha da şidetlendi.
Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye
edilmiş, ağır techizatlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla
savaşlarıyla çok kayıp verdirdiler. 1038 yılında Serahs civarında
yapılan savaşta, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli
Sultan Mesud, büyük bir devlet adamı, cesur bir kumandan olmasına
rağmen, bu yenilgiden sonra Nişabur'u Selçuklulara bırakıp, kesin sonuç
alınacak büyük savaşı devamlı geciktirdi. Tuğrul Beyin üvey kardeşi
İbrahim Yınal, 1038'de Nişabur'u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu.
Nişabur'a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey
Sultanü'l-Muazzam (Büyük Sultan), Çağrı Bey de Melikü'l-Mülük
(Hükümdarların Hükümdarı) ünvanını aldı. Büyük Selçuku Devleti'nin
kuruluş ve istiklâlini (bağımsızlığını) ilan ettiler. Selçuklu-Gazneli
mücadelesi, 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Savaşı ve Selçukluların
üstünlüğü ele geçirmesiyle neticelendi.
█►SALVADOR◄█- : 2228
: 5
Mesaj Sayısı : 1603
Hesabı
Altın:: Full
Para:: Full
Geri: Türk Milletinin Tarihi
Büyük (Asya) Hun İmparatorluğu
Türk göçlerinin doğu yönünde devam ettiği asırlarda Çin'de kurulan Chou
devletinin (M.Ö. 1050-256) Türklerle ilgisi üzerine dikkat çekilmiş,
hükümdar sülalesinde Gök dini, Güneş ve yıldızların kutlu sayılması gibi
inançlarla, askerî kuvvette harp arabalarının bulunması ve devletin
daha çok Türklerle meskûn bölgede (Şensi, Batı Şansi, Kansu) kurulmuş
olması çeşitli ilim dallarından bazı bilginleri (F. Hirth, B. Karlgren,
Ed. Chavannes, J. C. Anderson, R. Wilhelm, W. Eberhard vb.) bu hanedanın
aslen Türk olabileceği, veyahut devlette Türk unsurunun hakim bulunduğu
düşüncesine sevk etmiştir. Bununla beraber, aslında daha ziyade Türk
kültürü tesiri fazla belirli bir Çin devlet ve cemiyeti gibi görünen
Chou devletine ait bu faraziye kesinlik kazanıncaya kadar Asya Türk
tarihini Hunlarla başlatmak yerinde olacaktır.
Çin kaynaklarında M.Ö. 4. asırdan itibaren Türklerle birlikte Moğol,
Tunguz soyundan bazı grupların başındaki "Kuzey barbarları hanedanı"nı
belirlemek üzere Hiungnu (Hsiungnu) diye anılan kütlenin hangi soydan
oldukları hakkında türlü görüşler ileri sürülmüştür: Bu görüşlerde,
eskiden, Çin kaynaklarının Hiungnularla ilgili olarak verdikleri örf,
adet ve ekonomik faaliyetlere ait iyi incelenmemiş bilgi dikkate
alınmış, son zamanlarda ise hayli ilerleyen dil ve kültür araştırmaları
esas teşkil etmiştir. Bunlara göre, Hiungnular Türk'tür (J. De Guignes,
1757; J. Klaproth, 1825; F. Hirth, 1899; J. Marquart, 1903; P. Pelliot,
1920; 0. Franke, 1930; Gy. Nemeth, 1930; McGovern, 1939; R. Grousset,
1942; W. Eberhard, 1942; B. Szasz, 1943; L. Bazin, 1949; F. Altheim,
1953; H.V. Haussig, 1954; W. Samolin, 1958; 0. Pritsak, 1959; G.
Clauson, 1960 vb.). K. Shiratori (62) önce Türk kabul etmiş, sonra(63)
da Moğol olduklarını söylemiştir(64). L. Ligetiye göre Hiungnuların
kimliğini tespit etmek müşküldür. A. v. Gabain(66) Türk-Moğol karışımı
oldukları fikrindedir. Her ne kadar, Hiungnuların büyük imparatorluğunda
Türkler yanında Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin de yer almaları
tabiî ise de, devleti kuran ve yürüten asıl unsurun Türk olduğunda şüphe
yoktur. Bu devlette, aslında orman kavmi olan Moğol ve Tunguz değil
Türk bozkır kültürü hakim olup(68) Gök Tanrı'ya inanılıyor (aslında
totemci olan Moğollara Tanrı sözü sonra Türklerden intikal etmiştir.
Aile, "baba hukuku" üzerine kurulu bulunuyordu.
Nihayet Hiungnu devletinde idareci zümre ve hanedanın dili Türkçe idi
Siyasî ve kültürel münasebetler vesilesi ile Çin yıllıklarında Hiungnu
dilinden zapt edilen şu kelimeler: Tanrı, kut, börü, il (el), ordu, tuğ,
kılıç vb. Türkçe olup Türk dilinin en eski yadigarlarındandır . Ve
nihayet devletin sahipleri kendilerine, Türkçe'de "kavim, halk"
manasından olan "Hun" (Khun=/tü/ı) diyorlardı . "Hun" adı, bir görüşe
göre, M.Ö. 1. bin başlarında Kwan, Gun, 5. asırdan önce Kun, 43.
asırlarda ise Khun telaffuz edilmişti. Ağırlık merkezinin, Orhun-Selenga
ırmaklan ve Türklerce kutlu ülke sayılan Ötüken havalisi Orhun ırmağı
üzerindeki Karakum ile Ordos bölgesi arasında bulunduğu anlaşılan Hun
siyasî birliğinin kesin tarihini M.Ö. 4. asırdan itibaren takip etmek
mümkün olmaktadır. Hunlarla ilgili en eski yazılı vesika olarak M.Ö. 318
yılında yapılan bir anlaşma zikredilmiştir. O zaman Chou iktidarının
zayıflaması sonucu meydana çıkan 14 kadar büyük derebeyliğin mücadele
sahası olan Çin'de birbirleri ile savaş halindeki bu feodal "muharip
devletler"den Ch'in (Ts'in)'in gittikçe kuvvetlenmesinden endişelenen
komşu beş "krallık" (derebeylik) zikredilen yılda Hun birliği (Hiungnu)
ile ittifak antlaşması yapmıştı. Hunlar daha sonra Çin topraklarında
baskıyı artırdılar. Mahallî hanedanlar, uzun müdafaa savaşları
sırasında, korunmak maksadı ile, meskûn sahaları ve askerî yığınak
yerlerini surlarla çeviriyorlardı. Chou'lardan iktidan M.Ö. 256'da
tamamen devralan Ch'in devleti (Şensi'de)'nin ünlü hükümdarı Shihhuangti
(M.Ö. 247-210) kuzey taarruzlarına karşı sınırlarını büsbütün kapamak
için, surların iç kısımlarını yıktırarak elde ettiği malzeme ile dış
surları birbirine bağlamak ve boş yerleri tamamlatmak sureti ile meşhur
Çin Seddi�nin (15 m. yükseklik, 9 m. genişlik, düz bir hat halinde
uzunluk 1845 km.) meydana getirdi (M.Ö. 214)Böylece Çinlilerin en
tesirli korunma tedbiri aldıklarına kanaat getirdikleri bu sırada iki
mühim hadise vukua geldi: Çin'de uzun müddet dirayetli imparatorlar
yetiştiren Han sülalesi (İlk Han, M.Ö. 206-M.S. 22, İkinci Han M.S.
24-220)'nin kurulması ve Hun devletinin başına da Mo-tun (veya Maotun,
Mavdun; eski okunuşlar: Moduk, Meitei, Mote, Mete)' un geçmesi (M.Ö.
209).
Çin kaynaklarında Hunların Tuku (=Türk?) adlı aile veya kabilesine
mensup olduğu bildirilen Mo-tun (Beğtun), kendi oğlunu tahta getirmeği
tasarlayan üvey anasının teşviki ile babası T'uman tarafından tahttan
mahrum bırakılması teşebbüsü karşısında, emrindeki demir disiplin
altında yetiştirilmiş 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında
Tuman'ın öldürülmesi üzerine Hun hükümdarı ilan edilerek (M.Ö. 209-174),
Hun dilinde "imparator" manasında "sonsuz genişlik, yücelik, ululuk"
ifade eden ve Asya Türk devletlerinde 6 asır kadar kullanılan Tanhu
(türlü okuyuşlar: Tanju, Jenuye, Şanu ve son olarak, aynı Çince işaretin
bugünkü söylenişi ile Şanyü, Şany) unvanını aldı(78). Devletini yeniden
düzenledi ve kendisini iyi tanımadıkları anlaşılan Tunghu'lann
(doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği) ısrarla toprak talepleri
karşısında savaş açarak onları perişan etti. Böylece hakimiyetini kuzey
Peçili'ye kadar genişlettikten sonra, Orta Asya'da Tanrı dağlarıKansu
havalisindeki, Hind-Avrupa menşeli sanılan Yüeçi (Yüehch'ih)leri (79)
mağlup etti (M.Ö. 203). O sırada Hun devleti "Sol Bilge elig'i"nin
Shangku'da "Sağ Bilge elig'i"nin Shangkün(Şensi)'de ikamet ettiği tahmin
edildiği bu dönemde Mo-tun, daha sonra, Çin topraklarına yöneldi, 3 yıl
kadar sürdüğü anlaşılan (201-199) bu savaşlarda Mai, Taiyuan
bölgelerini zapt etti. Han sülalesinin kurucusu împarator Kaoti (M.Ö.
206-195)'nin 320 bin kişilik ordusunu, Paiteng'de bozkır usulü sahte
ric'at gösterisi ("Turan Taktiği) ile çember içine aldı. İmparator,
bozkır bölgelerinin Hun devletine terki, yiyecek ve ipek verilmesi ve
yıllık vergi şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa muvaffak oldu
81. Doğu Asya tarihinde iki büyük devlet arasında akdedilmiş ilk
milletlerarası mukavele olduğu belirtilen bu andlaşma82 (M.Ö. 201)
gereğince Mo-tun'un bir Çin prensesi ile de evlenmesi sonucu Çin ile
dostluk havası içinde, împaratoriçe Lü (M.Ö. 195-179) ve împarator Wenti
(M.Ö. 179-157) zamanlarında da devam etmiş olan ticarî münasebetler
geliştirilirken, Mo-tun, Baykal gölü kıyılarından İrtiş yatağına kadar
olan bozkırları ve daha batıdaki Tingling'ler, bazı Ogur (Hochieh =
0k'ue) kollan ile meskûn araziyi, kuzey Türkistan'ı zaptetti ve oradaki
Yüeçi'lerin komşusu Wusun'lan himayesine aldı. Bu suretle büyük Hun
hükümdarı o çağda Asya kıtasında yaşayan Türk soyundan hemen bütün
toplulukları kendi idaresinde tek bayrak altında toplamış oluyordu.
împaratorluk sınırlarının doğuda Kore'ye, kuzeyde Baykal gölü ve Ob,
îrtiş, îşim nehirlerine, batıda Aral gölüne, güneyde Çin'de Wei ırmağı
Tibet yaylası Karakurum dağları hattına ulaştığı bu tarihlerde Hunlara
tabi olanlar arasında Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve Çinliler de
vardır. Mo-tun tarafından Çin hükümetine gönderilen M.Ö. 176 tarihli
mektuptan anlaşıldığına göre, yalnız îç Asya'da Türk devletine bağlı
kavim ve şehir devletçiklerinin sayısı 26 idi ve hepsi, Tanhu'nun
ifadesi ile "yay geren"lerle "tek bir aile" halinde birleşmişlerdi.
Mo-tun M.Ö. 174 yılında öldüğü zaman, sivil ve askerî teşkilatı, iç ve
dış siyaseti, dini, ordusu, harp tekniği ve sanatı ile yüksek vasıflı
bir cemiyet halinde, daha sonraki bütün Türk devletlerine örnek olan,
tarihi kesin ilk Türk siyasî teşekkülü; "Büyük Hun Devleti" kudretinin
zirvesinde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu devlet, idaresindeki kısıtlı
tarım sahalarına karşılık, daha ziyade, otlağı bol, besiciliğe elverişli
bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Ekonomisinin temeli başta at olmak
üzere, hayvan yetiştiricilik idi. Buna göre sosyal durumu da, toprağa
bağlı "köylü" kültüründeki geniş arazi sahibi Çin "gentry" tabakası ile
köle sınıfından çok farklı idi. Ne malikanelere, ne de toprak kölelerine
rastlanmayan Hun bölgelerinde halk, kan akrabalığı ile birbirine bağlı
ailelerin meydana getirdiği sosyal ve siyasî birlikler olarak disiplinli
ve kendilerini müdafaa için daima silahlı kabileler (boylar) halinde
yaşıyor ve devlet bu kabile birliklerinin (budunlar) kendi aralarında
sıkı işbirliği yapmalarından doğuyordu. Devlet, bu kuruluşu icabı ve
bilhassa ordunun Mo-tun tarafından tanziminden sonra merkezden idare
edilen bir "askerî teşkilat" niteliği kazanması sebebi ile askerî
karakterde idi ve gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve
silah) hazır olduğu için de fütuhata açıktı. Bu yönden de "köylü" Çin
devletinden ayrılıyordu. Çin'de esas rejim "feodalite" olduğu halde ,
Hun devletinde merkeziyetçilik dikkati çekecek kadar belirli idi. Küçük
memurlar ve bazı müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı
kuvvetlerle aynı zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler
ile birinci derecede sorumlu makam sahipleri hep Hun asıldan oldukları
gibi, devlet teşkilatının da (mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı
vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu. Mo-tun tarafından gerçekleştirilen
ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak adeta devlete millî
topluluk havasını getiren ordudaki 10'lu tertip de Türk idi . Esasen
devletin millî karakterinin korunmasına dikkat edildiğine dair bazı
davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng'de imparator idaresindeki
Çin ordusunu kuşatan Mo-tun'un, Çin içlerine dalarak bozkırdan
uzaklaşmasına zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından engel
olunmuştu. înanç yönünden de ne Moğol totemciliği, ne de Çin toprak
tanrıcılığı ile ilgisi bulunmayan bozkır Türk Gök-Tanrı itikadındaki Hun
devleti'nin meydana gelişinde "Çin imparatorluğu"nun model olduğuna
dair yaygın görüş normal ölçülerdeki karşılıklı kültür tesirleri dışında
doğru sayılmamalıdır. Zira bu düşüncenin gerekçesinde ileri sürülen,
"Hiungnu hükümdarının, tıpkı Çin imparatoru gibi Gök'ün (Tanrı'nın) oğlu
olarak görünmek ve Çin'dekine benzer saray erkanına sahip olmak lüzumu"
Hun devleti için zarurî değildi. Önce, devlet Çin topraklarında değil,
"Hiungnu"lar sahasında kurulmuştu; dolayısıyla Çin meşruiyet
prensiplerini bu devlette aramakta isabet yoktur. İkincisi, Mo-tun'un
"Gök'ün oğlu" diye bir unvan takındığı şüphelidir, çünkü onu tavsif
eden: T'engli Koto (aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile, Ch'engli
kut'u) Tan/ıu91 tabirindeki şimdiye kadar "oğul" manasına geldiği
sanılan ikinci kelimenin "kut" (siyasî iktidar) demek olduğu
anlaşılmıştır (bk. aş. Kültür: Kut). Üçüncüsü, Çin devletinde "Gök'ün
oğlu" kavramı da aslen Çin değil, Türk menşelidir. (Tafsilen bk. aş.
Kültür: Hükümranlık). Bütün bunlardan dolayı, Mo-tun zamanında kesin
şeklini aldığı görülen Büyük Hun devleti, etnik yönden ve hakimiyet
anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî kuruluşları (sosyo-politik
üniteler, devlet meclisi= toy, sağ sol teşkilatı, bilge elig'ler vb.)
dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin tarih ve kültüründe feyizli
etkilerini iki bin yıl sürdüren bir ana kaynak durumundadır. Bu
itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır.
Mo-tun'un oğlu tanhu Kiok (Chiyü. /Kök?/ veya Laoshang M.Ö. 174160) Hun
imparatorluğunun bu büyüklüğünü muhafaza etmeğe çalıçtı. Yurtlarından
oynattığı Yüeçi'lerin Afganistan'a giderek Baktria (Belh) bölgesinde
vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan Grek hakimiyetine son
verdikleri tarihte (M.Ö. 166), kalabalık ordusu ile Çin'e girerek
başkent Ch'angan yakınındaki imparator sarayını yakan Kiok, bu seferdeki
gayesine uygun olarak Çin ile iktisadî ilişkilerini dostane bir şekilde
sürdürmek için, bir Çin prensesi ile evlendi. Şüphesiz Çin sarayı ile
devam ettirilen akrabalık siyasî mahiyette bir davranıştan ibaretti.
Fakat bu suretle ileride, Çin ile temas halindeki hemen bütün Türk
devletleri bakımından kötü neticeler verecek olan bir çığır
derinleştirilmiş oldu. Çünkü hanedanlar arasındaki bu yakınlaşmalar, her
zaman, Çin hile makinesinin harekete geçmesi için fırsat teşkil etmekte
idi. Hun merkezinde Çinli prensesin himayesinden faydalanan Çin
diplomat ve vazifelileri Hun imparatorluğu topraklarında serbestçe gezip
dolaşıyorlar, Türkler ve tabi kavimler arasında kötü propaganda
yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan
başka, ticaret malı olarak memlekete sokulup Hun ileri gelenleri
arasında revaç bulan Çin ipeği, lüks zevki yolu ile rehaveti arttırmakta
idi. Kiok devrinde fazla hissedilmeyen bu menfî durumlar onun oğlu
Künçin (Chünch'en) zamanında (M.Ö. 160-126) gerçek bir huzursuzluk
kaynağı olarak kendini gösterdi. Keza Han sülalesine damat olan bu
tanhu, babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli ve asker ruhlu bir hükümdar
olmadığı için Hun iktidarında sarsıntılar belirdi. Çinlilerin bu devirde
(împarator Chingti: 157-141) sınır boylarında ufak çaptaki akınları
durdurduğu görülüyordu. îlk defa imparator Wuti (M.Ö. 141-87) kalabalık
ordular teşkil ederek Hun hakimiyetinin yıkılmasını hedef tutan
planlarını tatbike girişti. Propagandayı arttırdı. Gayelerinden biri de,
Çin için büyük gelir kaynağı olan ipeğe batı bölgelerinde yeni pazarlar
bulmak ve îç Asyaîran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan meşhur
"İpekyolu"nu emniyet altına almaktı. Dolayısıyla Orta ve Batı Asya'da
yabancıların kudretini kırması lazımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı
M.S. 1. bin sonlarına kadar TürkÇin mücadelelerinin temel sebeplerinden
biri, bu kervan yoluna hakimiyet meselesi olmuştur . Wuti'nin İpekyolu
üzerindeki memleket ve kavimleri öğrenmek ve Hunlara karşı onlarla
işbirliği sağlamak maksadı ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli bir
asker olan Çangk'ien (Changch'ien)'in, gizli vazifesini yaparken Hunlar
tarafından bir süre gözaltında tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği
uzun müddet içinde (M.Ö. 138126) edindiği bilgiyi, temaslarını ve
hükümete tavsiyelerini ihtiva eden mühim rapor imparatoru memnun etmiş
ve sonraki Çin siyaseti için başlıca rehber vazifesini görmüştür96. Bu
arada Çinliler çok ehemmiyetli bir başarı daha elde etmişlerdi ki, o da
ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun silahlan ile teçhiz
etmeleri idi. Daha Mo-tun'dan çok önceleri, 318 andlaşması ile ilgili
olup Hunlara karşı askerî gücünü takviyeye çalışan Chao (Şansi'de)
krallığında Wuling (M.Ö. 325298) zamanında başlayıp, daha sonra, kuzey
Çin'de feodal hükümetlerin yerini alan büyük Ch'in devletinin imparatoru
Shihhuangti zamanında hızla devam eden bu askerî ıslahat hareketleri,
Han imparatoru Wuti'nin kumandanlarından Weits'ing ile Hun tarzında 140
bin kişilik bir süvari kuvveti çıkaran Ho K'üping tarafından büyük
başarıya ulaştırılmıştı. M.Ö. 127-117 yılları arasında Ordos'daki
Hunlara karşı kazandıkları zaferler Hun ağırlık merkezinin Gobi'den
kuzeye, Orhun nehri bölgesine kaymasına sebep olmuştu.
Hunlar, artık eskisi gibi değildiler. Akınları duraklamış, bilhassa
Tanhu Tsütihoü (Chut'eho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) 40yıl
devamınca, zengin güneybatı topraklarının (Tanrı dağları, Cungarya,
Turfan, Yarkent, Kuça vb.) düşman istilasına uğraması ile devlet geliri
azalmış, o zamana kadar Çin'den vergi ve hediye olarak sağlanan malî
destek kesilmişti. îç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını
açmağa yönelen kesif Çin propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Hun
prenslerinin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları mücadeleyi
şiddetlendirdi. îktisadî darlık ve askerî güçsüzlük karşısında, maddî
yardım temin edilir düşüncesi ile çıkar yol olarak Tanhu Hohanyeh (M.Ö.
58-31)'in Çin himayesini isteme meyli durumu büsbütün karıştırdı. Sol
Bilge eliği (Sol kanat kralı) olan Çiçi (Chihchih, Tsitki) bu kardeşinin
tanhuluğunu tanımadı. Mesele Hun devlet meclisi (Türkçesi: toy. bk.
aş.)'nde ağır münakaşalara yol açtı. Hohanyeh'in teklifi; istiklalin
feda edilmesini "gülünç ve utanç verici" bir davranış sayan ve
kendilerinden ülkenin devralındığı atalara karşı hürmetsizlik kabul eden
Çiçi taraftarlarınca reddedildi Tanhu'nun fikrinde direnmesi Hunları
ikiye ayırdı (M.Ö. 55). Devlet birliğinin parçalanması ile Çin
üzerindeki Hun tehdidi ortadan kalktığı için Doğu Asya tarihinde bir
dönüm noktası olan bu yıllarda Hun prensleri arasında iyice alevlenen
açık mücadele sonunda, rakiplerini mağlup, bu arada tanhuluk merkezini
de işgal ederek Hun imparatoru durumuna yükselen Çiçi karçısında
Hohanyeh, kendine bağlı kütlelerle birlikte, desteğini süğladığı Çin'in
kuzeybatı sınır bölgesine (Ordos, Pingçu) çekildi (M.Ö. 54)".
Devletini güçlendirmek ve iktisadî imkanlara kavuşturmak bakımından
hakimiyetini batıya doğru yaymağı uygun gören Çiçi Tanhu M.Ö. 51'de
harekete geçti. Önce Tanrı dağları kuzeyi Isık göl havalisindeki
Wusun'ların mukavemetini kırdı'; Tarbagatay bölgesindeki Ogurlan, daha
kuzeydeki Kırgızları ve İrtiş etrafındaki Tingling'leri tabiiyetine
aldı. İki yıl içinde kazandığı bu başarılardan sonra, Wusun akınlarının
tedirginliğinden kurtulmak isteyen Kangkü (Çugüney Kazakistan bozkırı
Maveraünnehir) kralının arzusu üzerine bu devleti himaye etmek vesilesi
ile Aral gölüne kadar bütün batı bölgesini idaresi altına alarak geniş
Orta Asya Hun imparatorluğunu ihya etti. Çiçi, hükümetinin kuzey
Moğolistan'daki ağırlık merkezini de Çu-Talas nehirleri arasına
kaydırarak orada etrafı surlarla çevrili yeni bir başkent inşa ettirdi
(M.Ö. 41)ki, böylece, mevkii dolayısıyla İran, Afganistan, Hindistan,
Doğu ve Orta Avrupa kıtaları bakımından Asya tarihinin bundan sonraki
gelişiminde sürekli tesiri görülecek olan Türkistan sahasına, Türk
halkının iyice nüfuzunu sağlamış oluyor (Batı Hunları) ve Fergane,
Baktria (Belh) havalisini kendine bağladıktan sonra, Çin kaynaklanna
göre, Ansi bölgesini yani güneybatı sınırları ta Anadolu'ya kadar uzanan
Parth imparatorluğunun kuzeydoğu kısmını zaptetmek için planlar
hazırlıyordu.
Fakat Çiçi'nin hakimiyeti uzun sürmedi. Topraklan çok genişti ve Hun
devleti bu bölgelerde henüz iyice yerleşmiş, idarî nizamı kurmuş, tabi
kütleler ve komşuları ile normal münasebetlerini geliştirmiş değildi.
Çiçi'nin harekatını adım adım takip eden Çin, Wu'sun'ları, Kangkü
devletini kendine çekmeği bildi ve derhal saldırıya geçti. Etraftan
aldıkları yardım ve 70 bin kişi civarındaki orduları ile baskın çeklinde
Hun topraklarına girerek sür'atle ilerleyen Çinliler tarafından
kuşatılan, Talas ırmağı üzerindeki surlu Hun başkenti tamamıyla tahrip
edildi (M.Ö. 36). Başkentte hayrete değer bir müdafaa yapılmış,
sokaklarda kanlı savaşlar verilmiş, hatta tanhuluk sarayı içinde oda oda
çarpışılmış ve Çiçi, oğlu ve hatunlar dahil, saray mensuplarından 1518
kişi ellerinde kılıç, devletleri uğruna hayatlarını feda etmişlerdi.
Çiçi'nin batıya uzaklaşmasından sonra kendini toplayan ve Çin hükümeti
ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet meclisinin kararı ile başkentini
Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36'dan itibaren tekrar Çin
tabiliğine giren Hohanyeh (ölm. M.Ö. 31)'e bağlı kütleler, onun
evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar
toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan
Yu (Hotodzsisi) Tanhu zamanında (M. 1846) Çin'e karşı istiklallerini
elde ederek doğuda Mançurya'ya, batıda Kaşgar'a kadar olan geniş bölgeyi
tekrar idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı. Fakat Yu'nun ölümünden
itibaren iç anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun süren kıtlık yıllarının
sebebiyet verdiği çok sayıda hayvan kırımı ile ülkede baş gösteren açlık
Hunları müşkül duruma soktu. Yu'nun oğlu Tanhu P'unu'ya karşı mücadele
açarak kuzeydeki Hun kabileleri arasına çekilen Pi (P'unu'nun
yeğeni)'nin orada kendini tanhu ilan etmesi hadisesi (M. 48) Hunları
tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere ikiye ayırdı: Kuzey Hunları
(Kuzey veya dış Moğolistan'da) ve Güney Hunları (Güney veya
içMoğolistan'da).
Böylece M. 48'de ayrı siyasî vasıfları kesinlik kazanan iki Hun devleti
arasındaki büyük fark, güneydekinin Çin tabiiyetini devam ettirmesi,
Kuzey devletinin ise istiklalini daima koruması idi. Bundan başka, Güney
Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç Asya'da iktisadî ehemmiyeti
bilinen bütün şehir devletleri de Kuzey Hun devletinin idaresinde idi.
Dolayısıyla siyasî ve askerî Çin saldırılarının ana hedefini teşkil
ediyordu. Daha Hun imparatorluğunun bölünmesi ile sonuçlanan iç
mücadeleleri ustaca istismar eden Çin, Hunlara bağlı doğudaki
Moğol-Tunguz karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi) kütlelerini kışkırtmış,
bunların sürekli baskıları neticesinde Hun devleti, doğu Moğolistan'da
kontrolü kaybederken, batı bölgesinde de tahrikçi Çin siyaseti ile
karşılaşmıştı. Bu sebeple, en tesirlisi Yarkent "krallığı" olmak üzere,
Şanşan (loulan, Lobnor'un güneyi), Turfan vb. bölgelerdeki ayaklanmalar
ile uğraşmak zorunda kalındı (4660 yılları) Hun devletinin buralarda,
bilhassa Çin'in sömürücü tutumu ile Yarkent kralı Kien'in çok
merhametsiz davranışından perişan düşen halk tarafından kurtarıcı gibi
karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra, yeniden baskı altına aldığı
Çin'i sınır kasabalarında serbest ticarete mecbur etmesi (61-65) Çin'i
tam kararlılık içinde ve doğrudan doğruya askeri harekatla Hun devletini
çökertmek hazırlığına sevk etti. İmparator Mingti (5875), Ç'engti
(75-89) ve Hoti (89-105) devirlerinin ünlü generali Pan Ç'ao'nun yüksek
kumandasında kalabalık Çin ordularının 30 yıl süren harekâtı sonunda
Kangk'ü'ye kadar (Kaçgar, Hami, Yarkent, Hoten dahil) sayısı 50'yi bulan
zengin ve kervan yolu üzerinde olduğu için, iktisadî yönden önemli
şehir Çin idaresine geçti. Bilhassa 73-74, 89-90-91 yılları harekatında
ağır kayıplara uğrayan Hunlar İç-Asya'da hakimiyetlerini kaybederken,
doğuda da Sienpi'lerin hücumlarına (en şiddetlisi 8991 arasında) maruz
bulunuyorlardı. İki cephede sürekli savaşlar vermek zorunda kalan Kuzey
Hun devleti, son tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen, kuvvetten
düştü, durum aleyhte gelişti. Hakimiyetlerini Güney Sibirya'ya ve
Cungarya'ya kadar genişletmeğe muvaffak olan Sienpi'lerin hükümdarı
Tanshihhuai (aç. yk. 147-156) tarafından nihayet saf dışı edilen Kuzey
Hunlarının (ihtimal Tanhu Avitokhol zamanında toprakları düşman
kabilelerin istilasına uğradı. Siyasî iktidarlarının zayıflamağa yüz
tuttuğu tarihlerde esasen memleketi terk etmeğe başlayan Hunlardan
(büyük çapta göçler 91'de ve 155'e doğru), Kuça civarında kalan
Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık kütleler batıya çekilmişlerdi ki,
bunların şimdiki Güney Kazakistan bozkırındaki soydaşlarına (Çiçi
Hunları) katıldıkları anlaşılmaktadır.
M. 48'den beri, Çin sınır bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek
saldırılar için Çin'in ileri karakolu bir tampon devlet durumunda olan
Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla tanhulara karşı Hun
kabileleri sık sık başkaldırıyorlardı. 94, 124 ve 140 yıllarında görülen
ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları 153, 158 isyanları takip
etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan'ı işgal eden Sienpi'ler güneye
doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa
başladılar (177'den itibaren). 188'de Çin hükümetince tayin edilen
tanhunun tamamen Çin'e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından
öldürülmesi, devleti başsız bıraktı. Kabileler diğer tayinli iki tanhuyu
da tanımadılar ve dağınık kabile hayatına döndüler. Son tanhunun Çin
başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin 5 eyalete bölünerek Çinli askerî
valilerin gözetimine verilmesi ile Güney Hun devleti de sona erdi (M.
216).
Bununla beraber, Sienpi baskısı yüzünden bilhassa 3. yy.'ın 2. yarısında
güneye gelmek suretiyle Çin'de sayıları gittikçe artan Hunlar, Çin
idaresi altında ve Çinli halk arasında varlıklarını korumağı bildiler.
Çin'de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde
(180'den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen generallerin tutumu
büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasî birliğin parçalanmasına yol
açmıştı ("16 Devlet" devri). Sui hanedanının birliği ihya ettiği 589
yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri, başta Tabgaç (Wei)
sülalesi (bk. aş.) olmak üzere müstakil devletler kurmuçlar ve Han
iktidarının son bulması ile M.S. 220'lerde, tekrar sahnede görünen Güney
Hun kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını artırarak zamanla hemen
bütün Kuzey Çin'i Türk hakimiyetine almağı başarmışlardı. Bunu sağlayan
kuvvet, yukarıda zikredilen asî generallerden biri olan Ts'ao
Ts'ao'nun, savaşlarında yardımları olduğu için Şansi bölgesine
yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi. Kalabalık olan ve her fırsatta Çin
idaresine başkaldıran (msl. 271, 294, 296 yıllarında) bu Türk kütlesi
millî benliğini koruyor ve eski tanhu ailesi mensuplarına karşı saygı
beslemeğe devam ediyordu.
19 kabileden biri T-opa (Tabgaç), biri de büyük 'l Tanhu Mo-tun
ailesinin indiği Tuku veya T'uko idi. Hun Tuku (T'uko) başbuğu, eski
tanhular neslinden ve Hun elig'lerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde
Tuku ailesine Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi
verdikten sonra, dikkat çekici bir siyasî kavrayışla, 500 sene önceki
atalarının eski Han sülalesi ile olan dostluklarını ve "kardeş"liklerini
de ileri sürerek ve hatta kendi sülalesine "Han" adını vererek bu Çin
bölgesinde (merkez: P'ing ç'eng) Türk devletini kurmağa muvaffak oldu
(304-329. 1. Chao). Çin başkenti Loyang'ı zapt etti (311). Kendisinden
sonra, Çin'in öteki başkentini de ele geçiren kardeşi Liu Ts'ung'un
geliştirdiği bu siyasî hakimiyet şuuru, idare başbuğ aileleri arasında
el değiştirmesine rağmen, devam etti (başlıca Hun sülaleri: 2. Chao:
329-351, Hsia: 407-431, Kuzey Liang: 401-439 ve bunun devamı: Lou-lan
krallığı, 442-460; Turfan civarında). Aynı şuur Tsükü (Chuch'ü) Mengsün
tarafından kurulmuş olan son Hun devleti "Kuzey Liang"ın 439 yılında
Tabgaç hükümdarı T'aivvu'nun baskısı ile başkent Gutsang işgal edilerek
yıkılması üzerine buradan kaçıp kurtulduğu anlaşılan Türk Açına
ailesinin temsil ettiği büyük Gök-Türk hakanlığına ulaştı.
Çin sahasında Hun adı altındaki siyasî hayatları böylece tarihe
karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi iktidarının yıkılması
neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana (Seyhun-ötesi)'nın
doğusunda, Kafkaslar'ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri civarında ve
bilhassa Aral gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam ettiren Türk
kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2. asrın
yarısına kadar doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve uzunca
bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini artırmışlardır.
Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden veya son yıllarda
gelişen yeni bir görüşe göre110, 350 yıllarında doğudan gelen Uar-hun
baskısı karşısında batıya yöneldikleri ve sonra Avrupa Hun
İmparatorluğunu kurdukları anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin batıya
Sibirya�ya doğru Çin sahasından uzaklaşmalarından dolayı haklarında 2
asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı gerekçesine
dayanılarak Hiung-nularla aynı kavim sayılamayacakları yolundaki bazı
iddialara rağmen, Atilla zamanında bütün Avrupa'da Türk hakimiyetini
gerçekleştirenlerin bu Asya Hunları neslinden oldukları çeşitli
vesikalarla belgelenmektedir.
Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU
TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ
Askerî Teşkilat
Sadece hafif zırhla korunmuş ve tamamı atlı okçulardan oluşan bir
ordunun, nasıl bunca orduları yok ettiği ve hatta iyi eğitimli, tam
zırhlı ve yüksek tecrübeli Roma lejyonlarını yendiği ilk bakışta hayret
vericidir. Bu zaferlerin sırrını çözebilmek için, Hunlar'ın savaş
taktiklerini, silahlarını ve nasıl organize olduklarını iyi bilmek
gerekir.
Atlar, Hun askerî kuvvetinin temel taşıydı. Daha sonraları Avarlar ve
Macarlar gibi Türk kavimleri de atı, ataları Hunlar gibi iyi
kullanmışlardır. Hun atları, Avrupa atlarından farklıdır. Bunlar daha
küçük, tüylü ve daha dayanıklı, cesurdular. Bu atlar sayesinde Hunlar,
düşmanlarından 5 kat daha uzun mesafeleri onlarla eşit sürede
alabiliyorlardı. Bütün askerler, yanlarında en az iki at taşırlardı ve
bu yedek atlar sayısı 5 e kadar çıkardı bunun iki nedeni vardı. Eğer
savaşta atı ölürse, diğer atlardan birini kullanabiliyordu ve üstelik
çok sayıda at, düşmanların Hun kuvvetlerinin miktarını tam olarak
kestirmesini engelliyordu. Hun askerleri, ikmal yolları kurmazlardı. Her
asker yiyeceğini, silahını, çadırını sefere çıkmadan önce ayarlamak
zorundaydı ve bunları yedek atlara yüklerdi. Hun atları da askerleri
gibi çok hafif zırhlı idiler. Hunlar semeri kullanmasını biliyorlardı,
fakat, üzengiyi kullanmamışlardır. Aslında kullanmalarına gerek olmadığı
da bazı Çin ve Avrupa tarihçileri tarafından bahsedilmektedir. Çünkü,
Hun askerleri ata sözleri ile hakim olabiliyorlar, böylece ok ve kılıç
kullanırken çok rahat hareket edebiliyorlardı, emirlerle atların düşman
atlarını ısırması ve yere düşen düşman askerinin ezilmesi sağlanıyordu.
Üzengi Avarlar sayesinde 5. yy da Avrupa'da yayılmaya başlamıştır.
Hun atlı okçuları "Birleşik Yay" diye bilinen çok güçlü ve etkili
ağaçtan yapılma boynuz ve deriyle kaplanmış bir yay kullanıyorlardı.
Elbetteki bu yaylar, yerin altında binlerce yıl kaldıklarından bugün
sadece kemikle kaplanmış kısımları mevcuttur. Bir Macar okçuluk uzmanı
ve seyisi, Lajos Kassai, yıllar sonra Hun hikayelerine, buluntulara ve
arkeolojik kazılara dayanarak Macar, Hun ve Moğol yaylarını üretmeyi
başarmıştır. Bu şekilde bir yayla bir asker 2 yaya sahip olmuş oluyordu.
Bu yaylar kuru tutulmak zorundaydılar. Askerler yanlarında deriden
yapılma bir sadak taşırlardı. Bu çeşit bir yayı üretmek genelde yarım
sene alıyordu. Öncelikle kayın yada akça ağaç diye bilinen uygun ve
şekil alabilir bir ağaç olması gerekiyordu. Yay'ın gövdesine boynu ve
sert odun parçaları ise yapıştırılıyordu. Deriyle kaplayarak nem
karşısında önlemler alınmış oluyordu. Bu yay sayesinde, Avrupalı
askerlerin kullandıkları yaylardan daha etkili ve hızlı bir şekilde atış
yapabiliyorlar daha az yoruluyorlardı. Şimdi düşünün, 10 000 atlı
asker, düşman karşısında ve atlarını sadece sözleri ve diz hareketleri
ile yönetiyorlar, ellerinde en az 3-4 ok var, yani bu aynı anda 40 000
ok demek bir dakikadan az bir sürede.
Hun ordusu yakın savaşa pek girmese de, zorunlu kaldığında genellikle
mızrak ya da pala, hançer kullanırlardı. Askerler, küçük yaştan itibaren
eğitilmeye başlanır, onlara at sürmesi, yay ve kılıç kullanması
öğretilirdi. Okçuluk talimleri genellikle fare, kuş, gelincik, daha
sonra tavşan ve tilki gibi küçük hayvanlara karşı yaptırılırdı. Böylece,
büyüdüğünde mükemmel derecede at süren ve yay kullanan kusursuz bir
atlı okçu savaşçı yetişirdi.
Hunlar gibi atlı göçebe milletler, genellikle savaşlarda
mahvediciydiler. Kullandıkları taktikler, Avrupa orduları ve Çin
piyadeleri için bilinmeyen ve sezilemeyen tuzaklarla doluydular. Hun
askerleri karşısında hep sayıca üstün kuvvetlerle savaştıkları için,
öncelikle onların sayılarını etkisiz hale getirene kadar ok yağmuruna
tutar, iyice yıpranan düşmana mızrak ve kılıç hücumuna çıkarlardı.
Oklara karşı kalkan kullanmayı deneyen ordulara karşı ise, grup
halindeki okçularla ateş ederlerdi. Önce havadan ok yağmuru başlar,
hemen diğer grupta kalkanlarını havaya kaldırmış askerleri oklardı.
Genellikle pusu kurarak hücum etme taktiği kullanılırdı. Avrupalı ve Çin
tarihçileri, Hunlar'ın en tehlikeli ve hileli taktiğini, yani bizim
bildiğimiz Turan taktiğini şöyle tanımlamışlardır: Ordu bütün kuvvetleri
ile düşman hatlarına hücum eder, kısa bir süre çarpıştıktan sonra, bir
işaretle geri çekilir, gözünü hırs bürümüş düşman zaferi kazandığına
inanıp Hun ordusunu takibe koyulur, ancak ani bir işaretle Hun atlıları
eğerlerinin üzerinde ters döner ve 3-5 ok atarak ön hücum hattının
saldırısını kırarlar ve bu sırada yanlara açılmış Hun okçuları, düşmanı
iyice çevirmiştir. Avrupa tarihçileri bile bu taktikleri ve iyi organize
olmuş savaş düzenini barbar ve kana susamış ilkel kavimlerin
yapamayacağını kabul etmiştir.
İktisat
Aslında İktisat ve Hun, birlikte düşünüldüğünde çoğu kişi şaşırabilir.
Çünkü Hunlar, bugüne kadar göçebe koyun çobanları olarak bilinirlerdi.
Fakat yeni araştırmalar, bu bakış açısını değiştirmiştir. Baykal Gölü
etrafındaki son kazılardan sonra Bilim adamları, Hiung-nular'ın sadece
koyun çobanlığına dayanan ekonomisi görüşünü terk etmişlerdir. Hunlar'ın
şehirler kurduklarını, bunların etrafını sıkı duvarlarla koruduklarını,
taştan ve odundan sürekli kullanmak için evler yaptıklarını, sadece
çadır kullanmadıklarını tespit etmişlerdir. Bu bölgelerin ticaret ve
tarım merkezleri olduğu, esnaf ve birçok zanaatkârın bulunduğu, ayrıca
Hunlar'ın pulluğu kullandıkları, arpa ve buğdayı bildikleri ortaya
çıkmıştır. Hunlar'a ait oldukları kanıtlanmış birçok mezarda ise, bazı
tarım aletleri bugünlerde Rusya'da bulunmuştur. Hunlar, buğdayı büyük
çukurlarda saklamışlar, iki taşın arasında öğütmüşlerdir. Ayrıca çanak
ve çömlek kullandıkları, demiri ve bronzu işledikleri anlaşılmıştır.
Ticaret kervanları, Çin'e ve İran'a kadar ulaşmıştır. Ormanlar da
Hunlar'ın ekonomisinde çok etkili olmuştur.
Türk göçlerinin doğu yönünde devam ettiği asırlarda Çin'de kurulan Chou
devletinin (M.Ö. 1050-256) Türklerle ilgisi üzerine dikkat çekilmiş,
hükümdar sülalesinde Gök dini, Güneş ve yıldızların kutlu sayılması gibi
inançlarla, askerî kuvvette harp arabalarının bulunması ve devletin
daha çok Türklerle meskûn bölgede (Şensi, Batı Şansi, Kansu) kurulmuş
olması çeşitli ilim dallarından bazı bilginleri (F. Hirth, B. Karlgren,
Ed. Chavannes, J. C. Anderson, R. Wilhelm, W. Eberhard vb.) bu hanedanın
aslen Türk olabileceği, veyahut devlette Türk unsurunun hakim bulunduğu
düşüncesine sevk etmiştir. Bununla beraber, aslında daha ziyade Türk
kültürü tesiri fazla belirli bir Çin devlet ve cemiyeti gibi görünen
Chou devletine ait bu faraziye kesinlik kazanıncaya kadar Asya Türk
tarihini Hunlarla başlatmak yerinde olacaktır.
Çin kaynaklarında M.Ö. 4. asırdan itibaren Türklerle birlikte Moğol,
Tunguz soyundan bazı grupların başındaki "Kuzey barbarları hanedanı"nı
belirlemek üzere Hiungnu (Hsiungnu) diye anılan kütlenin hangi soydan
oldukları hakkında türlü görüşler ileri sürülmüştür: Bu görüşlerde,
eskiden, Çin kaynaklarının Hiungnularla ilgili olarak verdikleri örf,
adet ve ekonomik faaliyetlere ait iyi incelenmemiş bilgi dikkate
alınmış, son zamanlarda ise hayli ilerleyen dil ve kültür araştırmaları
esas teşkil etmiştir. Bunlara göre, Hiungnular Türk'tür (J. De Guignes,
1757; J. Klaproth, 1825; F. Hirth, 1899; J. Marquart, 1903; P. Pelliot,
1920; 0. Franke, 1930; Gy. Nemeth, 1930; McGovern, 1939; R. Grousset,
1942; W. Eberhard, 1942; B. Szasz, 1943; L. Bazin, 1949; F. Altheim,
1953; H.V. Haussig, 1954; W. Samolin, 1958; 0. Pritsak, 1959; G.
Clauson, 1960 vb.). K. Shiratori (62) önce Türk kabul etmiş, sonra(63)
da Moğol olduklarını söylemiştir(64). L. Ligetiye göre Hiungnuların
kimliğini tespit etmek müşküldür. A. v. Gabain(66) Türk-Moğol karışımı
oldukları fikrindedir. Her ne kadar, Hiungnuların büyük imparatorluğunda
Türkler yanında Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin de yer almaları
tabiî ise de, devleti kuran ve yürüten asıl unsurun Türk olduğunda şüphe
yoktur. Bu devlette, aslında orman kavmi olan Moğol ve Tunguz değil
Türk bozkır kültürü hakim olup(68) Gök Tanrı'ya inanılıyor (aslında
totemci olan Moğollara Tanrı sözü sonra Türklerden intikal etmiştir.
Aile, "baba hukuku" üzerine kurulu bulunuyordu.
Nihayet Hiungnu devletinde idareci zümre ve hanedanın dili Türkçe idi
Siyasî ve kültürel münasebetler vesilesi ile Çin yıllıklarında Hiungnu
dilinden zapt edilen şu kelimeler: Tanrı, kut, börü, il (el), ordu, tuğ,
kılıç vb. Türkçe olup Türk dilinin en eski yadigarlarındandır . Ve
nihayet devletin sahipleri kendilerine, Türkçe'de "kavim, halk"
manasından olan "Hun" (Khun=/tü/ı) diyorlardı . "Hun" adı, bir görüşe
göre, M.Ö. 1. bin başlarında Kwan, Gun, 5. asırdan önce Kun, 43.
asırlarda ise Khun telaffuz edilmişti. Ağırlık merkezinin, Orhun-Selenga
ırmaklan ve Türklerce kutlu ülke sayılan Ötüken havalisi Orhun ırmağı
üzerindeki Karakum ile Ordos bölgesi arasında bulunduğu anlaşılan Hun
siyasî birliğinin kesin tarihini M.Ö. 4. asırdan itibaren takip etmek
mümkün olmaktadır. Hunlarla ilgili en eski yazılı vesika olarak M.Ö. 318
yılında yapılan bir anlaşma zikredilmiştir. O zaman Chou iktidarının
zayıflaması sonucu meydana çıkan 14 kadar büyük derebeyliğin mücadele
sahası olan Çin'de birbirleri ile savaş halindeki bu feodal "muharip
devletler"den Ch'in (Ts'in)'in gittikçe kuvvetlenmesinden endişelenen
komşu beş "krallık" (derebeylik) zikredilen yılda Hun birliği (Hiungnu)
ile ittifak antlaşması yapmıştı. Hunlar daha sonra Çin topraklarında
baskıyı artırdılar. Mahallî hanedanlar, uzun müdafaa savaşları
sırasında, korunmak maksadı ile, meskûn sahaları ve askerî yığınak
yerlerini surlarla çeviriyorlardı. Chou'lardan iktidan M.Ö. 256'da
tamamen devralan Ch'in devleti (Şensi'de)'nin ünlü hükümdarı Shihhuangti
(M.Ö. 247-210) kuzey taarruzlarına karşı sınırlarını büsbütün kapamak
için, surların iç kısımlarını yıktırarak elde ettiği malzeme ile dış
surları birbirine bağlamak ve boş yerleri tamamlatmak sureti ile meşhur
Çin Seddi�nin (15 m. yükseklik, 9 m. genişlik, düz bir hat halinde
uzunluk 1845 km.) meydana getirdi (M.Ö. 214)Böylece Çinlilerin en
tesirli korunma tedbiri aldıklarına kanaat getirdikleri bu sırada iki
mühim hadise vukua geldi: Çin'de uzun müddet dirayetli imparatorlar
yetiştiren Han sülalesi (İlk Han, M.Ö. 206-M.S. 22, İkinci Han M.S.
24-220)'nin kurulması ve Hun devletinin başına da Mo-tun (veya Maotun,
Mavdun; eski okunuşlar: Moduk, Meitei, Mote, Mete)' un geçmesi (M.Ö.
209).
Çin kaynaklarında Hunların Tuku (=Türk?) adlı aile veya kabilesine
mensup olduğu bildirilen Mo-tun (Beğtun), kendi oğlunu tahta getirmeği
tasarlayan üvey anasının teşviki ile babası T'uman tarafından tahttan
mahrum bırakılması teşebbüsü karşısında, emrindeki demir disiplin
altında yetiştirilmiş 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında
Tuman'ın öldürülmesi üzerine Hun hükümdarı ilan edilerek (M.Ö. 209-174),
Hun dilinde "imparator" manasında "sonsuz genişlik, yücelik, ululuk"
ifade eden ve Asya Türk devletlerinde 6 asır kadar kullanılan Tanhu
(türlü okuyuşlar: Tanju, Jenuye, Şanu ve son olarak, aynı Çince işaretin
bugünkü söylenişi ile Şanyü, Şany) unvanını aldı(78). Devletini yeniden
düzenledi ve kendisini iyi tanımadıkları anlaşılan Tunghu'lann
(doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği) ısrarla toprak talepleri
karşısında savaş açarak onları perişan etti. Böylece hakimiyetini kuzey
Peçili'ye kadar genişlettikten sonra, Orta Asya'da Tanrı dağlarıKansu
havalisindeki, Hind-Avrupa menşeli sanılan Yüeçi (Yüehch'ih)leri (79)
mağlup etti (M.Ö. 203). O sırada Hun devleti "Sol Bilge elig'i"nin
Shangku'da "Sağ Bilge elig'i"nin Shangkün(Şensi)'de ikamet ettiği tahmin
edildiği bu dönemde Mo-tun, daha sonra, Çin topraklarına yöneldi, 3 yıl
kadar sürdüğü anlaşılan (201-199) bu savaşlarda Mai, Taiyuan
bölgelerini zapt etti. Han sülalesinin kurucusu împarator Kaoti (M.Ö.
206-195)'nin 320 bin kişilik ordusunu, Paiteng'de bozkır usulü sahte
ric'at gösterisi ("Turan Taktiği) ile çember içine aldı. İmparator,
bozkır bölgelerinin Hun devletine terki, yiyecek ve ipek verilmesi ve
yıllık vergi şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa muvaffak oldu
81. Doğu Asya tarihinde iki büyük devlet arasında akdedilmiş ilk
milletlerarası mukavele olduğu belirtilen bu andlaşma82 (M.Ö. 201)
gereğince Mo-tun'un bir Çin prensesi ile de evlenmesi sonucu Çin ile
dostluk havası içinde, împaratoriçe Lü (M.Ö. 195-179) ve împarator Wenti
(M.Ö. 179-157) zamanlarında da devam etmiş olan ticarî münasebetler
geliştirilirken, Mo-tun, Baykal gölü kıyılarından İrtiş yatağına kadar
olan bozkırları ve daha batıdaki Tingling'ler, bazı Ogur (Hochieh =
0k'ue) kollan ile meskûn araziyi, kuzey Türkistan'ı zaptetti ve oradaki
Yüeçi'lerin komşusu Wusun'lan himayesine aldı. Bu suretle büyük Hun
hükümdarı o çağda Asya kıtasında yaşayan Türk soyundan hemen bütün
toplulukları kendi idaresinde tek bayrak altında toplamış oluyordu.
împaratorluk sınırlarının doğuda Kore'ye, kuzeyde Baykal gölü ve Ob,
îrtiş, îşim nehirlerine, batıda Aral gölüne, güneyde Çin'de Wei ırmağı
Tibet yaylası Karakurum dağları hattına ulaştığı bu tarihlerde Hunlara
tabi olanlar arasında Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve Çinliler de
vardır. Mo-tun tarafından Çin hükümetine gönderilen M.Ö. 176 tarihli
mektuptan anlaşıldığına göre, yalnız îç Asya'da Türk devletine bağlı
kavim ve şehir devletçiklerinin sayısı 26 idi ve hepsi, Tanhu'nun
ifadesi ile "yay geren"lerle "tek bir aile" halinde birleşmişlerdi.
Mo-tun M.Ö. 174 yılında öldüğü zaman, sivil ve askerî teşkilatı, iç ve
dış siyaseti, dini, ordusu, harp tekniği ve sanatı ile yüksek vasıflı
bir cemiyet halinde, daha sonraki bütün Türk devletlerine örnek olan,
tarihi kesin ilk Türk siyasî teşekkülü; "Büyük Hun Devleti" kudretinin
zirvesinde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu devlet, idaresindeki kısıtlı
tarım sahalarına karşılık, daha ziyade, otlağı bol, besiciliğe elverişli
bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Ekonomisinin temeli başta at olmak
üzere, hayvan yetiştiricilik idi. Buna göre sosyal durumu da, toprağa
bağlı "köylü" kültüründeki geniş arazi sahibi Çin "gentry" tabakası ile
köle sınıfından çok farklı idi. Ne malikanelere, ne de toprak kölelerine
rastlanmayan Hun bölgelerinde halk, kan akrabalığı ile birbirine bağlı
ailelerin meydana getirdiği sosyal ve siyasî birlikler olarak disiplinli
ve kendilerini müdafaa için daima silahlı kabileler (boylar) halinde
yaşıyor ve devlet bu kabile birliklerinin (budunlar) kendi aralarında
sıkı işbirliği yapmalarından doğuyordu. Devlet, bu kuruluşu icabı ve
bilhassa ordunun Mo-tun tarafından tanziminden sonra merkezden idare
edilen bir "askerî teşkilat" niteliği kazanması sebebi ile askerî
karakterde idi ve gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve
silah) hazır olduğu için de fütuhata açıktı. Bu yönden de "köylü" Çin
devletinden ayrılıyordu. Çin'de esas rejim "feodalite" olduğu halde ,
Hun devletinde merkeziyetçilik dikkati çekecek kadar belirli idi. Küçük
memurlar ve bazı müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı
kuvvetlerle aynı zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler
ile birinci derecede sorumlu makam sahipleri hep Hun asıldan oldukları
gibi, devlet teşkilatının da (mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı
vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu. Mo-tun tarafından gerçekleştirilen
ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak adeta devlete millî
topluluk havasını getiren ordudaki 10'lu tertip de Türk idi . Esasen
devletin millî karakterinin korunmasına dikkat edildiğine dair bazı
davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng'de imparator idaresindeki
Çin ordusunu kuşatan Mo-tun'un, Çin içlerine dalarak bozkırdan
uzaklaşmasına zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından engel
olunmuştu. înanç yönünden de ne Moğol totemciliği, ne de Çin toprak
tanrıcılığı ile ilgisi bulunmayan bozkır Türk Gök-Tanrı itikadındaki Hun
devleti'nin meydana gelişinde "Çin imparatorluğu"nun model olduğuna
dair yaygın görüş normal ölçülerdeki karşılıklı kültür tesirleri dışında
doğru sayılmamalıdır. Zira bu düşüncenin gerekçesinde ileri sürülen,
"Hiungnu hükümdarının, tıpkı Çin imparatoru gibi Gök'ün (Tanrı'nın) oğlu
olarak görünmek ve Çin'dekine benzer saray erkanına sahip olmak lüzumu"
Hun devleti için zarurî değildi. Önce, devlet Çin topraklarında değil,
"Hiungnu"lar sahasında kurulmuştu; dolayısıyla Çin meşruiyet
prensiplerini bu devlette aramakta isabet yoktur. İkincisi, Mo-tun'un
"Gök'ün oğlu" diye bir unvan takındığı şüphelidir, çünkü onu tavsif
eden: T'engli Koto (aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile, Ch'engli
kut'u) Tan/ıu91 tabirindeki şimdiye kadar "oğul" manasına geldiği
sanılan ikinci kelimenin "kut" (siyasî iktidar) demek olduğu
anlaşılmıştır (bk. aş. Kültür: Kut). Üçüncüsü, Çin devletinde "Gök'ün
oğlu" kavramı da aslen Çin değil, Türk menşelidir. (Tafsilen bk. aş.
Kültür: Hükümranlık). Bütün bunlardan dolayı, Mo-tun zamanında kesin
şeklini aldığı görülen Büyük Hun devleti, etnik yönden ve hakimiyet
anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî kuruluşları (sosyo-politik
üniteler, devlet meclisi= toy, sağ sol teşkilatı, bilge elig'ler vb.)
dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin tarih ve kültüründe feyizli
etkilerini iki bin yıl sürdüren bir ana kaynak durumundadır. Bu
itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır.
Mo-tun'un oğlu tanhu Kiok (Chiyü. /Kök?/ veya Laoshang M.Ö. 174160) Hun
imparatorluğunun bu büyüklüğünü muhafaza etmeğe çalıçtı. Yurtlarından
oynattığı Yüeçi'lerin Afganistan'a giderek Baktria (Belh) bölgesinde
vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan Grek hakimiyetine son
verdikleri tarihte (M.Ö. 166), kalabalık ordusu ile Çin'e girerek
başkent Ch'angan yakınındaki imparator sarayını yakan Kiok, bu seferdeki
gayesine uygun olarak Çin ile iktisadî ilişkilerini dostane bir şekilde
sürdürmek için, bir Çin prensesi ile evlendi. Şüphesiz Çin sarayı ile
devam ettirilen akrabalık siyasî mahiyette bir davranıştan ibaretti.
Fakat bu suretle ileride, Çin ile temas halindeki hemen bütün Türk
devletleri bakımından kötü neticeler verecek olan bir çığır
derinleştirilmiş oldu. Çünkü hanedanlar arasındaki bu yakınlaşmalar, her
zaman, Çin hile makinesinin harekete geçmesi için fırsat teşkil etmekte
idi. Hun merkezinde Çinli prensesin himayesinden faydalanan Çin
diplomat ve vazifelileri Hun imparatorluğu topraklarında serbestçe gezip
dolaşıyorlar, Türkler ve tabi kavimler arasında kötü propaganda
yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan
başka, ticaret malı olarak memlekete sokulup Hun ileri gelenleri
arasında revaç bulan Çin ipeği, lüks zevki yolu ile rehaveti arttırmakta
idi. Kiok devrinde fazla hissedilmeyen bu menfî durumlar onun oğlu
Künçin (Chünch'en) zamanında (M.Ö. 160-126) gerçek bir huzursuzluk
kaynağı olarak kendini gösterdi. Keza Han sülalesine damat olan bu
tanhu, babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli ve asker ruhlu bir hükümdar
olmadığı için Hun iktidarında sarsıntılar belirdi. Çinlilerin bu devirde
(împarator Chingti: 157-141) sınır boylarında ufak çaptaki akınları
durdurduğu görülüyordu. îlk defa imparator Wuti (M.Ö. 141-87) kalabalık
ordular teşkil ederek Hun hakimiyetinin yıkılmasını hedef tutan
planlarını tatbike girişti. Propagandayı arttırdı. Gayelerinden biri de,
Çin için büyük gelir kaynağı olan ipeğe batı bölgelerinde yeni pazarlar
bulmak ve îç Asyaîran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan meşhur
"İpekyolu"nu emniyet altına almaktı. Dolayısıyla Orta ve Batı Asya'da
yabancıların kudretini kırması lazımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı
M.S. 1. bin sonlarına kadar TürkÇin mücadelelerinin temel sebeplerinden
biri, bu kervan yoluna hakimiyet meselesi olmuştur . Wuti'nin İpekyolu
üzerindeki memleket ve kavimleri öğrenmek ve Hunlara karşı onlarla
işbirliği sağlamak maksadı ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli bir
asker olan Çangk'ien (Changch'ien)'in, gizli vazifesini yaparken Hunlar
tarafından bir süre gözaltında tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği
uzun müddet içinde (M.Ö. 138126) edindiği bilgiyi, temaslarını ve
hükümete tavsiyelerini ihtiva eden mühim rapor imparatoru memnun etmiş
ve sonraki Çin siyaseti için başlıca rehber vazifesini görmüştür96. Bu
arada Çinliler çok ehemmiyetli bir başarı daha elde etmişlerdi ki, o da
ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun silahlan ile teçhiz
etmeleri idi. Daha Mo-tun'dan çok önceleri, 318 andlaşması ile ilgili
olup Hunlara karşı askerî gücünü takviyeye çalışan Chao (Şansi'de)
krallığında Wuling (M.Ö. 325298) zamanında başlayıp, daha sonra, kuzey
Çin'de feodal hükümetlerin yerini alan büyük Ch'in devletinin imparatoru
Shihhuangti zamanında hızla devam eden bu askerî ıslahat hareketleri,
Han imparatoru Wuti'nin kumandanlarından Weits'ing ile Hun tarzında 140
bin kişilik bir süvari kuvveti çıkaran Ho K'üping tarafından büyük
başarıya ulaştırılmıştı. M.Ö. 127-117 yılları arasında Ordos'daki
Hunlara karşı kazandıkları zaferler Hun ağırlık merkezinin Gobi'den
kuzeye, Orhun nehri bölgesine kaymasına sebep olmuştu.
Hunlar, artık eskisi gibi değildiler. Akınları duraklamış, bilhassa
Tanhu Tsütihoü (Chut'eho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) 40yıl
devamınca, zengin güneybatı topraklarının (Tanrı dağları, Cungarya,
Turfan, Yarkent, Kuça vb.) düşman istilasına uğraması ile devlet geliri
azalmış, o zamana kadar Çin'den vergi ve hediye olarak sağlanan malî
destek kesilmişti. îç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını
açmağa yönelen kesif Çin propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Hun
prenslerinin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları mücadeleyi
şiddetlendirdi. îktisadî darlık ve askerî güçsüzlük karşısında, maddî
yardım temin edilir düşüncesi ile çıkar yol olarak Tanhu Hohanyeh (M.Ö.
58-31)'in Çin himayesini isteme meyli durumu büsbütün karıştırdı. Sol
Bilge eliği (Sol kanat kralı) olan Çiçi (Chihchih, Tsitki) bu kardeşinin
tanhuluğunu tanımadı. Mesele Hun devlet meclisi (Türkçesi: toy. bk.
aş.)'nde ağır münakaşalara yol açtı. Hohanyeh'in teklifi; istiklalin
feda edilmesini "gülünç ve utanç verici" bir davranış sayan ve
kendilerinden ülkenin devralındığı atalara karşı hürmetsizlik kabul eden
Çiçi taraftarlarınca reddedildi Tanhu'nun fikrinde direnmesi Hunları
ikiye ayırdı (M.Ö. 55). Devlet birliğinin parçalanması ile Çin
üzerindeki Hun tehdidi ortadan kalktığı için Doğu Asya tarihinde bir
dönüm noktası olan bu yıllarda Hun prensleri arasında iyice alevlenen
açık mücadele sonunda, rakiplerini mağlup, bu arada tanhuluk merkezini
de işgal ederek Hun imparatoru durumuna yükselen Çiçi karçısında
Hohanyeh, kendine bağlı kütlelerle birlikte, desteğini süğladığı Çin'in
kuzeybatı sınır bölgesine (Ordos, Pingçu) çekildi (M.Ö. 54)".
Devletini güçlendirmek ve iktisadî imkanlara kavuşturmak bakımından
hakimiyetini batıya doğru yaymağı uygun gören Çiçi Tanhu M.Ö. 51'de
harekete geçti. Önce Tanrı dağları kuzeyi Isık göl havalisindeki
Wusun'ların mukavemetini kırdı'; Tarbagatay bölgesindeki Ogurlan, daha
kuzeydeki Kırgızları ve İrtiş etrafındaki Tingling'leri tabiiyetine
aldı. İki yıl içinde kazandığı bu başarılardan sonra, Wusun akınlarının
tedirginliğinden kurtulmak isteyen Kangkü (Çugüney Kazakistan bozkırı
Maveraünnehir) kralının arzusu üzerine bu devleti himaye etmek vesilesi
ile Aral gölüne kadar bütün batı bölgesini idaresi altına alarak geniş
Orta Asya Hun imparatorluğunu ihya etti. Çiçi, hükümetinin kuzey
Moğolistan'daki ağırlık merkezini de Çu-Talas nehirleri arasına
kaydırarak orada etrafı surlarla çevrili yeni bir başkent inşa ettirdi
(M.Ö. 41)ki, böylece, mevkii dolayısıyla İran, Afganistan, Hindistan,
Doğu ve Orta Avrupa kıtaları bakımından Asya tarihinin bundan sonraki
gelişiminde sürekli tesiri görülecek olan Türkistan sahasına, Türk
halkının iyice nüfuzunu sağlamış oluyor (Batı Hunları) ve Fergane,
Baktria (Belh) havalisini kendine bağladıktan sonra, Çin kaynaklanna
göre, Ansi bölgesini yani güneybatı sınırları ta Anadolu'ya kadar uzanan
Parth imparatorluğunun kuzeydoğu kısmını zaptetmek için planlar
hazırlıyordu.
Fakat Çiçi'nin hakimiyeti uzun sürmedi. Topraklan çok genişti ve Hun
devleti bu bölgelerde henüz iyice yerleşmiş, idarî nizamı kurmuş, tabi
kütleler ve komşuları ile normal münasebetlerini geliştirmiş değildi.
Çiçi'nin harekatını adım adım takip eden Çin, Wu'sun'ları, Kangkü
devletini kendine çekmeği bildi ve derhal saldırıya geçti. Etraftan
aldıkları yardım ve 70 bin kişi civarındaki orduları ile baskın çeklinde
Hun topraklarına girerek sür'atle ilerleyen Çinliler tarafından
kuşatılan, Talas ırmağı üzerindeki surlu Hun başkenti tamamıyla tahrip
edildi (M.Ö. 36). Başkentte hayrete değer bir müdafaa yapılmış,
sokaklarda kanlı savaşlar verilmiş, hatta tanhuluk sarayı içinde oda oda
çarpışılmış ve Çiçi, oğlu ve hatunlar dahil, saray mensuplarından 1518
kişi ellerinde kılıç, devletleri uğruna hayatlarını feda etmişlerdi.
Çiçi'nin batıya uzaklaşmasından sonra kendini toplayan ve Çin hükümeti
ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet meclisinin kararı ile başkentini
Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36'dan itibaren tekrar Çin
tabiliğine giren Hohanyeh (ölm. M.Ö. 31)'e bağlı kütleler, onun
evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar
toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan
Yu (Hotodzsisi) Tanhu zamanında (M. 1846) Çin'e karşı istiklallerini
elde ederek doğuda Mançurya'ya, batıda Kaşgar'a kadar olan geniş bölgeyi
tekrar idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı. Fakat Yu'nun ölümünden
itibaren iç anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun süren kıtlık yıllarının
sebebiyet verdiği çok sayıda hayvan kırımı ile ülkede baş gösteren açlık
Hunları müşkül duruma soktu. Yu'nun oğlu Tanhu P'unu'ya karşı mücadele
açarak kuzeydeki Hun kabileleri arasına çekilen Pi (P'unu'nun
yeğeni)'nin orada kendini tanhu ilan etmesi hadisesi (M. 48) Hunları
tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere ikiye ayırdı: Kuzey Hunları
(Kuzey veya dış Moğolistan'da) ve Güney Hunları (Güney veya
içMoğolistan'da).
Böylece M. 48'de ayrı siyasî vasıfları kesinlik kazanan iki Hun devleti
arasındaki büyük fark, güneydekinin Çin tabiiyetini devam ettirmesi,
Kuzey devletinin ise istiklalini daima koruması idi. Bundan başka, Güney
Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç Asya'da iktisadî ehemmiyeti
bilinen bütün şehir devletleri de Kuzey Hun devletinin idaresinde idi.
Dolayısıyla siyasî ve askerî Çin saldırılarının ana hedefini teşkil
ediyordu. Daha Hun imparatorluğunun bölünmesi ile sonuçlanan iç
mücadeleleri ustaca istismar eden Çin, Hunlara bağlı doğudaki
Moğol-Tunguz karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi) kütlelerini kışkırtmış,
bunların sürekli baskıları neticesinde Hun devleti, doğu Moğolistan'da
kontrolü kaybederken, batı bölgesinde de tahrikçi Çin siyaseti ile
karşılaşmıştı. Bu sebeple, en tesirlisi Yarkent "krallığı" olmak üzere,
Şanşan (loulan, Lobnor'un güneyi), Turfan vb. bölgelerdeki ayaklanmalar
ile uğraşmak zorunda kalındı (4660 yılları) Hun devletinin buralarda,
bilhassa Çin'in sömürücü tutumu ile Yarkent kralı Kien'in çok
merhametsiz davranışından perişan düşen halk tarafından kurtarıcı gibi
karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra, yeniden baskı altına aldığı
Çin'i sınır kasabalarında serbest ticarete mecbur etmesi (61-65) Çin'i
tam kararlılık içinde ve doğrudan doğruya askeri harekatla Hun devletini
çökertmek hazırlığına sevk etti. İmparator Mingti (5875), Ç'engti
(75-89) ve Hoti (89-105) devirlerinin ünlü generali Pan Ç'ao'nun yüksek
kumandasında kalabalık Çin ordularının 30 yıl süren harekâtı sonunda
Kangk'ü'ye kadar (Kaçgar, Hami, Yarkent, Hoten dahil) sayısı 50'yi bulan
zengin ve kervan yolu üzerinde olduğu için, iktisadî yönden önemli
şehir Çin idaresine geçti. Bilhassa 73-74, 89-90-91 yılları harekatında
ağır kayıplara uğrayan Hunlar İç-Asya'da hakimiyetlerini kaybederken,
doğuda da Sienpi'lerin hücumlarına (en şiddetlisi 8991 arasında) maruz
bulunuyorlardı. İki cephede sürekli savaşlar vermek zorunda kalan Kuzey
Hun devleti, son tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen, kuvvetten
düştü, durum aleyhte gelişti. Hakimiyetlerini Güney Sibirya'ya ve
Cungarya'ya kadar genişletmeğe muvaffak olan Sienpi'lerin hükümdarı
Tanshihhuai (aç. yk. 147-156) tarafından nihayet saf dışı edilen Kuzey
Hunlarının (ihtimal Tanhu Avitokhol zamanında toprakları düşman
kabilelerin istilasına uğradı. Siyasî iktidarlarının zayıflamağa yüz
tuttuğu tarihlerde esasen memleketi terk etmeğe başlayan Hunlardan
(büyük çapta göçler 91'de ve 155'e doğru), Kuça civarında kalan
Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık kütleler batıya çekilmişlerdi ki,
bunların şimdiki Güney Kazakistan bozkırındaki soydaşlarına (Çiçi
Hunları) katıldıkları anlaşılmaktadır.
M. 48'den beri, Çin sınır bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek
saldırılar için Çin'in ileri karakolu bir tampon devlet durumunda olan
Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla tanhulara karşı Hun
kabileleri sık sık başkaldırıyorlardı. 94, 124 ve 140 yıllarında görülen
ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları 153, 158 isyanları takip
etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan'ı işgal eden Sienpi'ler güneye
doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa
başladılar (177'den itibaren). 188'de Çin hükümetince tayin edilen
tanhunun tamamen Çin'e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından
öldürülmesi, devleti başsız bıraktı. Kabileler diğer tayinli iki tanhuyu
da tanımadılar ve dağınık kabile hayatına döndüler. Son tanhunun Çin
başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin 5 eyalete bölünerek Çinli askerî
valilerin gözetimine verilmesi ile Güney Hun devleti de sona erdi (M.
216).
Bununla beraber, Sienpi baskısı yüzünden bilhassa 3. yy.'ın 2. yarısında
güneye gelmek suretiyle Çin'de sayıları gittikçe artan Hunlar, Çin
idaresi altında ve Çinli halk arasında varlıklarını korumağı bildiler.
Çin'de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde
(180'den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen generallerin tutumu
büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasî birliğin parçalanmasına yol
açmıştı ("16 Devlet" devri). Sui hanedanının birliği ihya ettiği 589
yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri, başta Tabgaç (Wei)
sülalesi (bk. aş.) olmak üzere müstakil devletler kurmuçlar ve Han
iktidarının son bulması ile M.S. 220'lerde, tekrar sahnede görünen Güney
Hun kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını artırarak zamanla hemen
bütün Kuzey Çin'i Türk hakimiyetine almağı başarmışlardı. Bunu sağlayan
kuvvet, yukarıda zikredilen asî generallerden biri olan Ts'ao
Ts'ao'nun, savaşlarında yardımları olduğu için Şansi bölgesine
yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi. Kalabalık olan ve her fırsatta Çin
idaresine başkaldıran (msl. 271, 294, 296 yıllarında) bu Türk kütlesi
millî benliğini koruyor ve eski tanhu ailesi mensuplarına karşı saygı
beslemeğe devam ediyordu.
19 kabileden biri T-opa (Tabgaç), biri de büyük 'l Tanhu Mo-tun
ailesinin indiği Tuku veya T'uko idi. Hun Tuku (T'uko) başbuğu, eski
tanhular neslinden ve Hun elig'lerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde
Tuku ailesine Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi
verdikten sonra, dikkat çekici bir siyasî kavrayışla, 500 sene önceki
atalarının eski Han sülalesi ile olan dostluklarını ve "kardeş"liklerini
de ileri sürerek ve hatta kendi sülalesine "Han" adını vererek bu Çin
bölgesinde (merkez: P'ing ç'eng) Türk devletini kurmağa muvaffak oldu
(304-329. 1. Chao). Çin başkenti Loyang'ı zapt etti (311). Kendisinden
sonra, Çin'in öteki başkentini de ele geçiren kardeşi Liu Ts'ung'un
geliştirdiği bu siyasî hakimiyet şuuru, idare başbuğ aileleri arasında
el değiştirmesine rağmen, devam etti (başlıca Hun sülaleri: 2. Chao:
329-351, Hsia: 407-431, Kuzey Liang: 401-439 ve bunun devamı: Lou-lan
krallığı, 442-460; Turfan civarında). Aynı şuur Tsükü (Chuch'ü) Mengsün
tarafından kurulmuş olan son Hun devleti "Kuzey Liang"ın 439 yılında
Tabgaç hükümdarı T'aivvu'nun baskısı ile başkent Gutsang işgal edilerek
yıkılması üzerine buradan kaçıp kurtulduğu anlaşılan Türk Açına
ailesinin temsil ettiği büyük Gök-Türk hakanlığına ulaştı.
Çin sahasında Hun adı altındaki siyasî hayatları böylece tarihe
karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi iktidarının yıkılması
neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana (Seyhun-ötesi)'nın
doğusunda, Kafkaslar'ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri civarında ve
bilhassa Aral gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam ettiren Türk
kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2. asrın
yarısına kadar doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve uzunca
bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini artırmışlardır.
Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden veya son yıllarda
gelişen yeni bir görüşe göre110, 350 yıllarında doğudan gelen Uar-hun
baskısı karşısında batıya yöneldikleri ve sonra Avrupa Hun
İmparatorluğunu kurdukları anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin batıya
Sibirya�ya doğru Çin sahasından uzaklaşmalarından dolayı haklarında 2
asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı gerekçesine
dayanılarak Hiung-nularla aynı kavim sayılamayacakları yolundaki bazı
iddialara rağmen, Atilla zamanında bütün Avrupa'da Türk hakimiyetini
gerçekleştirenlerin bu Asya Hunları neslinden oldukları çeşitli
vesikalarla belgelenmektedir.
Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU
TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ
Askerî Teşkilat
Sadece hafif zırhla korunmuş ve tamamı atlı okçulardan oluşan bir
ordunun, nasıl bunca orduları yok ettiği ve hatta iyi eğitimli, tam
zırhlı ve yüksek tecrübeli Roma lejyonlarını yendiği ilk bakışta hayret
vericidir. Bu zaferlerin sırrını çözebilmek için, Hunlar'ın savaş
taktiklerini, silahlarını ve nasıl organize olduklarını iyi bilmek
gerekir.
Atlar, Hun askerî kuvvetinin temel taşıydı. Daha sonraları Avarlar ve
Macarlar gibi Türk kavimleri de atı, ataları Hunlar gibi iyi
kullanmışlardır. Hun atları, Avrupa atlarından farklıdır. Bunlar daha
küçük, tüylü ve daha dayanıklı, cesurdular. Bu atlar sayesinde Hunlar,
düşmanlarından 5 kat daha uzun mesafeleri onlarla eşit sürede
alabiliyorlardı. Bütün askerler, yanlarında en az iki at taşırlardı ve
bu yedek atlar sayısı 5 e kadar çıkardı bunun iki nedeni vardı. Eğer
savaşta atı ölürse, diğer atlardan birini kullanabiliyordu ve üstelik
çok sayıda at, düşmanların Hun kuvvetlerinin miktarını tam olarak
kestirmesini engelliyordu. Hun askerleri, ikmal yolları kurmazlardı. Her
asker yiyeceğini, silahını, çadırını sefere çıkmadan önce ayarlamak
zorundaydı ve bunları yedek atlara yüklerdi. Hun atları da askerleri
gibi çok hafif zırhlı idiler. Hunlar semeri kullanmasını biliyorlardı,
fakat, üzengiyi kullanmamışlardır. Aslında kullanmalarına gerek olmadığı
da bazı Çin ve Avrupa tarihçileri tarafından bahsedilmektedir. Çünkü,
Hun askerleri ata sözleri ile hakim olabiliyorlar, böylece ok ve kılıç
kullanırken çok rahat hareket edebiliyorlardı, emirlerle atların düşman
atlarını ısırması ve yere düşen düşman askerinin ezilmesi sağlanıyordu.
Üzengi Avarlar sayesinde 5. yy da Avrupa'da yayılmaya başlamıştır.
Hun atlı okçuları "Birleşik Yay" diye bilinen çok güçlü ve etkili
ağaçtan yapılma boynuz ve deriyle kaplanmış bir yay kullanıyorlardı.
Elbetteki bu yaylar, yerin altında binlerce yıl kaldıklarından bugün
sadece kemikle kaplanmış kısımları mevcuttur. Bir Macar okçuluk uzmanı
ve seyisi, Lajos Kassai, yıllar sonra Hun hikayelerine, buluntulara ve
arkeolojik kazılara dayanarak Macar, Hun ve Moğol yaylarını üretmeyi
başarmıştır. Bu şekilde bir yayla bir asker 2 yaya sahip olmuş oluyordu.
Bu yaylar kuru tutulmak zorundaydılar. Askerler yanlarında deriden
yapılma bir sadak taşırlardı. Bu çeşit bir yayı üretmek genelde yarım
sene alıyordu. Öncelikle kayın yada akça ağaç diye bilinen uygun ve
şekil alabilir bir ağaç olması gerekiyordu. Yay'ın gövdesine boynu ve
sert odun parçaları ise yapıştırılıyordu. Deriyle kaplayarak nem
karşısında önlemler alınmış oluyordu. Bu yay sayesinde, Avrupalı
askerlerin kullandıkları yaylardan daha etkili ve hızlı bir şekilde atış
yapabiliyorlar daha az yoruluyorlardı. Şimdi düşünün, 10 000 atlı
asker, düşman karşısında ve atlarını sadece sözleri ve diz hareketleri
ile yönetiyorlar, ellerinde en az 3-4 ok var, yani bu aynı anda 40 000
ok demek bir dakikadan az bir sürede.
Hun ordusu yakın savaşa pek girmese de, zorunlu kaldığında genellikle
mızrak ya da pala, hançer kullanırlardı. Askerler, küçük yaştan itibaren
eğitilmeye başlanır, onlara at sürmesi, yay ve kılıç kullanması
öğretilirdi. Okçuluk talimleri genellikle fare, kuş, gelincik, daha
sonra tavşan ve tilki gibi küçük hayvanlara karşı yaptırılırdı. Böylece,
büyüdüğünde mükemmel derecede at süren ve yay kullanan kusursuz bir
atlı okçu savaşçı yetişirdi.
Hunlar gibi atlı göçebe milletler, genellikle savaşlarda
mahvediciydiler. Kullandıkları taktikler, Avrupa orduları ve Çin
piyadeleri için bilinmeyen ve sezilemeyen tuzaklarla doluydular. Hun
askerleri karşısında hep sayıca üstün kuvvetlerle savaştıkları için,
öncelikle onların sayılarını etkisiz hale getirene kadar ok yağmuruna
tutar, iyice yıpranan düşmana mızrak ve kılıç hücumuna çıkarlardı.
Oklara karşı kalkan kullanmayı deneyen ordulara karşı ise, grup
halindeki okçularla ateş ederlerdi. Önce havadan ok yağmuru başlar,
hemen diğer grupta kalkanlarını havaya kaldırmış askerleri oklardı.
Genellikle pusu kurarak hücum etme taktiği kullanılırdı. Avrupalı ve Çin
tarihçileri, Hunlar'ın en tehlikeli ve hileli taktiğini, yani bizim
bildiğimiz Turan taktiğini şöyle tanımlamışlardır: Ordu bütün kuvvetleri
ile düşman hatlarına hücum eder, kısa bir süre çarpıştıktan sonra, bir
işaretle geri çekilir, gözünü hırs bürümüş düşman zaferi kazandığına
inanıp Hun ordusunu takibe koyulur, ancak ani bir işaretle Hun atlıları
eğerlerinin üzerinde ters döner ve 3-5 ok atarak ön hücum hattının
saldırısını kırarlar ve bu sırada yanlara açılmış Hun okçuları, düşmanı
iyice çevirmiştir. Avrupa tarihçileri bile bu taktikleri ve iyi organize
olmuş savaş düzenini barbar ve kana susamış ilkel kavimlerin
yapamayacağını kabul etmiştir.
İktisat
Aslında İktisat ve Hun, birlikte düşünüldüğünde çoğu kişi şaşırabilir.
Çünkü Hunlar, bugüne kadar göçebe koyun çobanları olarak bilinirlerdi.
Fakat yeni araştırmalar, bu bakış açısını değiştirmiştir. Baykal Gölü
etrafındaki son kazılardan sonra Bilim adamları, Hiung-nular'ın sadece
koyun çobanlığına dayanan ekonomisi görüşünü terk etmişlerdir. Hunlar'ın
şehirler kurduklarını, bunların etrafını sıkı duvarlarla koruduklarını,
taştan ve odundan sürekli kullanmak için evler yaptıklarını, sadece
çadır kullanmadıklarını tespit etmişlerdir. Bu bölgelerin ticaret ve
tarım merkezleri olduğu, esnaf ve birçok zanaatkârın bulunduğu, ayrıca
Hunlar'ın pulluğu kullandıkları, arpa ve buğdayı bildikleri ortaya
çıkmıştır. Hunlar'a ait oldukları kanıtlanmış birçok mezarda ise, bazı
tarım aletleri bugünlerde Rusya'da bulunmuştur. Hunlar, buğdayı büyük
çukurlarda saklamışlar, iki taşın arasında öğütmüşlerdir. Ayrıca çanak
ve çömlek kullandıkları, demiri ve bronzu işledikleri anlaşılmıştır.
Ticaret kervanları, Çin'e ve İran'a kadar ulaşmıştır. Ormanlar da
Hunlar'ın ekonomisinde çok etkili olmuştur.
█►SALVADOR◄█- : 2228
: 5
Mesaj Sayısı : 1603
Hesabı
Altın:: Full
Para:: Full
Similar topics
» Adana'nın Tarihi
» Tarihin Aktığı Takvim(Tarihi Nostalji)
» ## Başsız TÜRK ASKERİ ##
» Türk Malı Bitiyor
» İlk kez Türk Telekom Arena'da
» Tarihin Aktığı Takvim(Tarihi Nostalji)
» ## Başsız TÜRK ASKERİ ##
» Türk Malı Bitiyor
» İlk kez Türk Telekom Arena'da
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz